Sunday, August 30, 2009

30 Ağustos


Çok hassas bir dönemdeyiz. Birileri açılmak açılırken kapanmak istiyor.
Maksat nedir, olası sonuçlar nedir meçhul.
Dilerim, büyük önder Atatürk'ün ideali olan, modern, çağdaş, çalışkan, azimli, zeki bir toplum olma yolunda ilerleriz. Dilerim, uğruna binlercesini şehit verdiğimiz bu vatan birlik, beraberlik, barış, kardeşlik duyguları ile sağlamlığını kat be kat arttırır.
Bundan üç sene önce Cenk'i bekledim altı ay. Vatani görevini yerine getirsin diye, sabrettim, ağladım, gurur duydum, sonunda ne görevi varsa yerine getirdi ve döndü.
Bu gece, sevgili abimin askerliği belli olacak. Gönül diyor ki rahat edeceği, sağ kalacağı bir yere gitsin. Ama onca masum Türk askerini şehit verdiğimizi düşününce vicdanı sızlıyor insanın dilek dilerken. Ne de olsa bayrağın dalgalandığı heryer vatan. Bölmeden, ayırmadan...
Zafer Bayramı'nız kutlu olsun...
Bayrak
İnmez
Vatan
Bölünmez

Sunday, August 23, 2009

Bir sabah hikayesi

O sabah da erken kalkmıştım hemen her sabah olduğu gibi. İçimdeki saat anlayamadığım bir dakiklikle ezan sesinden biraz önce uyandırır beni, sanki ezan her gün aynı dakiklikle okunuyormuş gibi. Henüz tan yeri ağarmamışken sabahın o vaktindeki ezan sesi çok etkiler beni, huzur ile hüznü aynı anda hissettiğim garip bir duygu yaşatır bana; huzurda bir hüzün ya da hüzünde bir huzur bulurum. Birbiriyle bağdaşamaz bu iki duyguyu birlikte hissetmemin sırrı nedir? Müezzinin hançeresi mi? Saba makamının ruhaniliği ya da başında okunan “sala”nın semavi etkisi mi? Bilemem, belki de sır ezan sesinin sabahın erken vaktinde henüz uyanmamış boş şehrin semasındaki aksisedasındadır. Hangi nedenden olursa olsun sabah ezanı her zaman semavi, her zaman ulvi ve her zaman dokunaklı gelir bana.
Saba sözcüğü klasik Türk müziğinde bir makamdır, “sabah rüzgârı” anlamına da gelir. Saba esintisi saba makamında okunan sabah ezanını minare şerefelerinden alıp henüz insan gürültüsüyle bilfiil işgal olmamış, uyuyan şehrin sokaklarından semaya taşır. İnsandan ezan sesi gök kubbenin göremediğimiz, bilemediğimiz bir yerinde belki de sidretül müntehada yani vücutsuzluk âlemi denen yerde ilahi bir süzgeçten geçerek detonesi, sürtonesi düzeltilmiş, mekanik artıklardan ayıklanmış, içine huzur ve hüzün katılmış ve artık okunduğu insanın sesi olmaktan çıkıp ilahi bir sese dönüşmüş olarak şehrin sokaklarına geri döner. İşte, sabah ezanındaki hüzünlü huzurun “esbab-ı mûcibesi” budur bence.
Belki de bu nedenle sabah ezanı hangi sesle ve nasıl okunursa okunsun hep güzel ve hep etkileyicidir; belki de bu nedenle farklı inançlar ya da inançsızlıklar bile bu “etkileyiciliği” etkileyemez ve belki de bu nedenle ezan sesi gönlümüzü huzur ve huşu ile doldururken gözyaşı pınarlarımızda yaş ve de gözlerimizde nem olur. Ben, yüce duygularım üzerinde hiçbir ayinin ya da tefekkürün sabah ezanı kadar etkili olabileceğini sanmıyorum. Sabah ezanını dinlerken, saba esintisinin sanki beni de alıp ruhumun saflaştığı, incelip şekillendiği ama bir o kadar da güçlendiği sidretül müntehaya götürdüğünü ve Allaha yaklaştığımı hissederim. Bitmesin dediğim bu esinti biter ve huzur ile hüzünlenerek insanlığıma geri dönerim, sanki tam da tanrılaşacakken.
Tabii sabah ezanı her zaman aynı duyguyla etkilemez beni, bazen de sevdiklerimi düşünürüm; en sevdiklerimi, en sevdiklerimden kaybettiklerimi, en sevdiklerimden en erken kaybettiklerimi düşünür, hüzünlenirim. Hatta bazen sadece hüzünlenmek yetmez, ağlarım da. Ağlamak deyince, öylesine değil! Hüngür hüngür ağlarım, yani bardaktan boşanırcasına, yani buram buram hüzünle ağlarım. Bazen de ağlamam, sadece yaş gelir gözlerimden. Bu kadar gözyaşı nereden gelir anlayamam. Beynimizin alt tarafıyla göz çukurlarımız arasındaki meçhul bir yerde gözyaşı sarnıcı olması lazım; yoksa nereden gelecek bu kadar gözyaşı hem de 1–2 saniye içinde. Bazen de kızarım kendime, ağlamak için bahane mi arıyorum diye. Kızgınlığıma hak verdiğim zaman açarım televizyonu, eski maçlardan birini seyrederim ya da bıkkınlık veren açık oturumlardan birinin tekrarını. Öylesine seyrederim, sanki vaktimi boşa geçiriyor ve zamanı boşa harcıyormuşum gibi, ama öyle değildir aslında; üzgün, mutsuz ve salya-sümük ağlayacağım zamandan kazanmış olurum. Üzülmem o nedenle “varsın zamanım biraz da boşa geçsim” derim. Böyle durumlarda kural olarak, katiyen eski bir Türk filmi seyretmem, çok tehlikelidir. Fondaki ezan sesine aniden esas kızın ya da esas oğlanın tanıdık, titrek ve acıklı sesleri karışır, bir de bakmışınız ki “nayır, nolamaz ve reca” sözcükleri arasında hüngür hüngür ağlayıvermişsiniz hem de bu sefer aptalca ve hiçbir şey düşünmeden.
Bu girişi yapmamın nedeni, geçen sabah da erkenden uyanmamdır. Ama bu seferki uyanmam içimdeki saatin ezan sesini sezen ayarından değil, benim ayarımı bozan tacizden! Uykumda ayan beyan, taciz edildim. Önceki akşam altmışlı yıllardan eski ama güya solcu arkadaşlarımla (68 kuşağı lafından nedense hiç hoşlanmam) buluşmuş, içki içmiş, sohbet etmiştik. İçkiyi de tadında bırakıp, gecikmeden eve dönmüş ve hemen de uykuya dalmıştım. Tiz ve keskin bir imami sesden ürktüm ve aniden uyandım. Hani silahı olan aniden elini beline atar ya, öyle bir ses. Ben de aniden elimi silahıma attım (bu kısmın devamı yazının sonunda).
İmami ses ince ve yumuşak olur; dili damağa yaklaştırarak gırtlaktan gelen sesin önemli bir kısmını “nazo-farinks” dediğimiz burun boşluğuna doğru maharetle iterek çıkartılır. Herkes çıkaramaz bu sesi, hem kabiliyet hem de ciddi eğitim gerekir. Ama kabiliyetli ve de eğitimliyseniz asıl sesiniz ne olursa olsun, farz-ı misal bas bariton bir sesiniz de olsa imami sesi çıkarabilirsiniz. Zaten bu sesi çıkaramazsanız ilim ve irfanınız ne olursa olsun imam olamazsınız. Olmaz yani, yapmazlar! Yapmazlar derken “devlet” le alakası yoktur yani! Kamuya ait cemaat alanlarında olmaz yani! Yoksa yani, git kendi evinde kime imamlık yaparsan yap yani!
İşte bu “yani” li konuşan tanıdık ses tarafından taciz edildim. Sonra başka sesler de karıştı, külhani tavırlar, tehditler falan! Benim de çok ipimeydi ya! Ama uyumama imkân yok, kendi akıllarınca suçluyorlar beni, biri bırakıp diğeri alıyor. Çaresi yok, mecburen dinledim.

Yok, biz küçük adammışız da
Büyük düşünemezmişiz.
Elimize ne fırsatlar geçmiş de değerlendirememişiz
Verseler iki koyunu güdemezmişiz

— Ne demek bu!

Eski solcuymuşuz ya, vizyonumuz yokmuş.
Fukaralıkta eşitlikmiş, dediğimiz.
Fikirlerimiz solmuş, beynimiz donmuş.
Yenidünya düzeniymiş akıl erdiremediğimiz.

— Hikâye bunlar be kardeşim, geç, uyuyacağız!

Laiklik dermişiz de tarifini bilmezmişiz
Tevhidi tedrisatı devrim sanırmışız
Demokrasiden anlamazmışız, Jakobenmişiz
Maymundan Darvin’i de evrim sanırmışız

— Hadi canım sende!

“Ayinesi iş”miş ya kişinin Ziya’dan beri
Bizde olmayan, rütbe-i aklımızın eseri
Boş lafmış, laklakıyatmış dediklerimiz
“Kıl-ü kal” imiş Fuzuli’ye göre ilmimiz

— Ne diyorsun be sen, çeyrek entelektüel!

Dolamışız dilimize bir misakı milli
Kafamıza da takmışız bir üniter devlet
Zaten hıyanetimiz Ergenekon tescilli
Devlet dediğimiz de derin musibet

— Uzattın be arkadaşım, kessen acaba!

Zaten hep böyleymişiz biz, sıkışınca
Aba altındaki sopamızla
Seçimle olmayacağını anlayınca
Konuşmaya başlarmışız Ergenekonca

—El cevap:

—Anlıyorsan mesele yok a pezevenk
—Sana en uygun cevap Neyzenden pelesenk
— Sui niyetinizle bok ettiniz işi
—Ağzına sıçıldı halkın hem skldi geçmişi

—Dünya serbest pazarında puşt oldunuz hepiniz
—Açmışız bağrımızı feryat ederiz
—Bir tutsa da bedduamız yansa cümleniz
—Söndüren itfaiyenin hortumunu skrz

… bir hışımla ben de aniden elimi silahıma attım, karanlıkta imami sesi arıyorum. Yengenizin sesiyle irkilip uyandım. “ Napıyorsun gecenin bu saatinde ve de bu halde? Ayıp değil mi?” Utandım, hem de çok utandım, bi de üstelik utandım da. İnsan, 40 yıllık karısı da olsa utanıyor. “ Yarın olsa da gene ezan sesinden evvel uyansam, ezanı dinlesem de huzur ile hüzünlensem, gene hüngür hüngür ağlasam, hatta Türk filmi izlesem de ağlasam ve de kendimi aptal hissetsem bundan iyidir” diye düşündüm utancımdan.
Hadi bakalım!

Thursday, August 20, 2009

Süs ve Tubik

Evet, daha önceki yazılarda yer alan fotoğraflarda (hatta gelen bazı yorumlardan da) farketmişsinizdir ki ben pek süsle püsle alakadar değilimdir.


Aslında eskiden öyleydim. Üniversite zamanlarımda makyaj yapmadan dışarı çıkmaz, hangi kıyafeti hangi başka birşeyle uydururum kafa yorar, mağazalarda dolanıp durur, alışveriş severdim.


Ne oldu bilmiyorum ama birkaç senedir bu meselelerden uzağım. Değil kıyafet düşünmek, alışveriş yapmak bile zulüm gelir oldu. Üstüne birsürü kilo aldım. Makyaj yapmaz oldum. Birçok arkadaşım bana sürekli bu konuda baskılar yaptı ama yılmadan devam ettim kendi halimle dolanmaya.


Düşündüğümde şu anki durumumu normal görmüyorum. Süslenmek, kendine bakmak, kıyafet hayalleri kurup ayakkabılar içinde yüzmek istemek bir kadın için olağan şeyler olmalı. Benim durumum ise anormal.


Nedenini sorguluyorum. Bazen sebepler buluyorum, bazen bulamıyorum. Depresyon desem, bu kadar uzun depresyon mu olur? Ayrıca depresyonluk durumda da değilim çok şükür. Kılık kıyafet ve süse para harcamak istemiyorum mesela. Saçma geliyor. Ama bu, mesela işe zırt pırt aynı çarkı çevirerek giyinip gitmem anlamına gelmemeli, onu da biliyorum. İçimde bir isteksizlik var ki ilerisi için beni korkutmaya başladı. Bakıyorum sokaklarda, caddelerde herkes bir stil ikonu. Ne yaparım, nasıl kurtulurum bu halden bilmem...


Yine de ordan burdan tıklaya tıklaya denk geldiğim bir nesne beni benden aldı diyebilirim. Ne yazık ki çok pahalı.. Ama görür görmez bayıldım...


Tubik'ten moda gibi birtakım konularda yazı görmemeye alışmış bünyeler için şaşırtıcı bir resim. Bolllca paranız varsa alınız efendim... Tasarlayanı gözlerinden öper, bu yazıyı burada sonlandırırım....









İşte tam şuradan ulaşabilirsiniz :

Friday, August 14, 2009

Kayıp eşyalar

Genel olarak derli toplu, düzenli bir insan olduğum söylenemez. Hatta "dağınık" kelimesi bir insan için neyi betimliyorsa o benim işte. Ancak bu özelliğimin bana katkısı büyüktür. Görsel hafızam ve pratik düşünme yeteneğim gelişmiştir. Ailemle yaşadığım dönemde odam genelde savaş alanını andırırdı ancak MP3 player'ımı hangi kıyafet birikintisinin hangi köşesinde bıraktığımı, çorabımın tekinin nerelere köşe bucak saklandığını iyi bilirdim. Kolay kolay eşya kaybetmem bu nedenle. Muhakkak biryerlerden çıkar.

Ancak... Eğer konu manevi değeri olan şeylerse, son zamanlarda garip bir şekilde işlerim çok ama çok ters gidiyor.. Müzik öğretmenimin 15 sene önce öylesine bana verdiği sol anahtarlı anahtarlığım hala dururken, gözüm gibi sakladığım şeyler kayboldu.

-sevgili canım abicim okursa buradan öğrenecek- Abimin ilk iş hediyesi olarak aldığı dolma kalem kayıp. Üstelik yeri belliyken. Her zaman durduğu yerde dururken ve hiç yerinden oynatılmamışken. Taşınırken, kutusunda bir hafiflik vardı, açtığımda kalem yoktu. Ağladım, heryeri aradım, gene ağladım ama bulamadım...

Dün de benim için çok çok çok önemli bir başka şeyi kaybettiğimi farkettim. Babamın anneme nişanlanırken hediye ettiği kolye ucu. Harika birşeydi, arkasında isimlerinin baş harfleri kazılıydı. Her zaman durduğu bir mücevher kutusu vardı. Birbuçuk ay önce bir arkadaşımızın düğününde takmak için elime aldım. Uygun bir zincir aradım, bulamadım. Sonra da takmadım. Normalde hemen kutusuna koyar kaldırırdım. Sanırım aceleden bu sefer öyle yapmadım ve nereye koyduysam artık yok... MEvcut bir deli kedi olduğundan, bunun bilinciyle evin bakmadığımız köşesi kalmadı. Heryere ama heryere baktık. Ya süpürüldü ve gitti (ki o kadar küçük de değildi boyutu) ya da bilmiyorum işte. Kaybettiğimi farkettiğimden beri midem buruluyor. Tıpkı abimin kalemini kaybettiğimi hatırladıkça olduğu gibi. Bir buçuk ay önceye dönüp onu okşayıp kutusuna koymak ve bugüne içim rahat dönmek istiyorum. Olmayacağını bildikçe tepinerek ağlayasım geliyor.

Bir de siyah babetlerim var bulamadığım ama inanın kolyeyle kıyaslarsak, UMRUMDA BİLE DEĞİL!!!!

Çok üzgünüm okur... Çok... ve çok kızgınım kendime...

Sunday, August 9, 2009

Chickenfoot


Chickenfoot:

Sammy Hagar - Vokal
Joe Satriani - Elektro Gitar
Chad Smith - Bateri
Michael Anthony - Bas Gitar

Wednesday, August 5, 2009

Aynen devam


Biri bana 2.9 büyüklüğündeki depremin haber olabilmesini anlatsın. Merak ediyorum, dünyanın herhangi bir yerinde, 2.9 büyüklüğünde bir deprem haber olur mu? 3.9 bile olmaz da. Neyse. Ama Sabah bu. Yazarları köşe yazılarında fıkra anlatan, sanki mutluluk ve huzur içerisinde yaşıyormuşuz gibi yazılar yazan, başlıklar atan bir gazeteden bahsediyoruz zaten. İçi bir sürü meşhur yazar/çizer dolu koca bir kağıt yığını. İçerisinde tek bir eleştri, tek bir dişe dokunur tartışma, tek bir kuvvetli serzeniş yok. Ama adı gazete işte.