Wednesday, April 25, 2012

Apple bizi diskoya götür!

Geçtiğimiz yıl boyu sinsice kanıma giren Apple sevdası sayesinde ne zamandır böyle bir yazı yazmayı planlıyordum zaten. Bugüne kısmetmiş. 

( Kaynak: http://cher-homespun.blogspot.com/2011/02/apple-day-keeps-doctor-away.html )


Macintosh bilgisayarların sahibi Apple, muhteşem icadı olan iPod'dan sonra bir telefon çıkartmaya karar verdi ve bizler yıllar önce, maaile, titreme özelliğine sahip ilk cep telefonlarını masaya koyup dansöz gibi titrettiğimiz günleri evrimleştirerek, bu yeni tuhaf telefonların dedikodusunu yapar olduk. Sağdan soldan sahip olan tanıdık bulursak elimize aldığımız gibi, ekranına parmaklarımızın en Fransız zerafetindeki noktalarıyla dokunup, fotoğrafları bir büyütüp bir küçülttük hayretler içerisinde. 

Telefonla konuşmaktan çabucak sıkılan, mesaj atmaya bile üşenen bendenizin o dönem telefonla ilgili bir hevesi isteği olmadığı gibi, bıraksalar o muazzam iki satırlı T28'imle bir ömrü devirip torunlarıma antika bir yadigar verirdim. Ancak gel gör ki o aralar kullandığım telefonum bozuldu ve aile bireylerimizden birinin eskimiş (nasıl bir eskimeyse o) iPhone'una konuverdim. Bildiğiniz ilk jenerasyon iPhone. Tuşları tıkırdatmakla son derece huzurlu giden hayatım bir anda dolma parmaklarımın kontrolsüzlüğüyle kabusa dönüştü. Birşey yazmak istersin o başka şey önerir, bir mesaj gelir, telefonun ekranında 1 milyoncuların branda afişi gibi parlar falan... Hiç bana göre değildi ve arkadaşlarımın "ne ballısın!" yorumlarına anlamsız gözlerle karşılık vermekteydim. Sonra Cenk'in eskisi bilmem nesi derken, tuşlu telefonlarla saadetimi devam ettirdim. 

Telefona para harcamak gibi bir isteğim pek olmadı ama bu yeni dokunmalı, oynamalı teknolojiye iPad denen şeyin çıkmasıyla gizli gizli göz kırpar oldum. Günlerden bir gün, şirkette bir satış yarışması düzenlendi ve birşekilde birinci olarak vaadedilmekte olan iPad'i kazandım. Bizim şirkette bırakın iPad'i, "simit veriyoruz" deseler inanmayacak olan bizler, bir de baktık ki birinci ile yetinmeyip, ikinci nesil iPad'i bana taaaaaa nerelerden yollayıvermiş! Üstelik arkasına ismimi falan kazıtarak. Bu hediyeyi ve yarışmayı organize eden ilgili pazarlama sorumlusu çocuk, kariyerinden endişe etmekteydi bu organizasyon için, öyle söyleyeyim. 

Gel zaman git zaman, orasını burasını kurcalaya kurcalaya, bir bakmışsın kah kitap okuyorum, kah Angry Birds oynuyorum, kah resimler çizip efektler veriyorum. iPad'le geçirdiğim o balayı tadında aylardan sonra, şirketimin dokunmatik olduğunu iddia ettiği ama özünde "basmatik" olan Nokia Express Music midir nedir o şeytan icadı telefona olan sabrım küçük çaplı bir sinir krizi geçirmem ile birlikte tükendi. Sevgili kocam Cengaver, bu sinir krizime kayıtsız kalamayıp, bana Siri'li mirili bir iPhone alıverdi. İşte o an, ortam değişti, rengarenk ışık huzmeleri etrafımı sardı ve ben perde reklamlarındaki kadınlar gibi evin o yanından öbür yanına uçuştum durdum. Artık bir dokunuşla takvime bakabiliyor, sabır duası etmeksizin internette dolanabiliyor, 1 dakikadan daha kısa sürede mesaj yazabiliyordum. Mesaj kısmı özellikle önemli çünkü bahsettiğim Nokia cihazında 4 satırlık mesajı 20 dakikada attığım oldu! O değil de, işten güçten fırsat bulamayıp bir hayli gerisinde kaldığım sosyal ortamları anında takip edebilir hale geldim ki yaşadığıma emin olamayan bazı arkadaşlarım gazete ilanı vermekten kurtuldular. Ve evet, bazı arkadaşlarımla ne yazık ki sanal sanal arkadaş olabildiğimizi de bu sayede gözlemleme fırsatım oldu. 

Evdeki Apple populasyonunu, alnımın akıyla, gece gündüz çalışarak kazandığım paramla aldığım en pahalı şey olan Mac Book Air ile doruğa ulaştırdım ve insanın kendi parasını kazanmasının ne güzel şey olduğunu da iyice bir tatmış oldum. Aslında bu son alışveriş biraz gereksiz gibi görünse de, iş bilgisayarımla bırakın blog yazmayı, özel işlerim için google aramasını bile yapmak istemez hale geldim. Çünkü kucağıma koyduğum an içimi sıkıyordu. İşten fazlasıyla bunalan bir insan olarak, kendime ait bir bilgisayar istiyordum. Hafif olması, basit olması, Windows'a göre çok daha renkli ve eğlenceli bir kullanım ortamı sağlaması beni kendine bağladı. 

Evde böyle bir üçleme varken, insan birsürü şey yapabilir. Yeni yeni kafamı kaldırabildiğim şu zamanlarda daha efektif kullanmaya başlayacağıma inanıyorum zira geçtiğimiz dönemde yapabildiğim en yaratıcı şey, instagramda çektiğim fotoğrafları filtreleyerek paylaşmak oldu. 

( Kaynak: http://adrsocialmedia.wordpress.com/ )

Ama isterseniz AmpliTube ile yarattığınız müziklere, iMovie ile harika klipler oluşturabilir, çektiğiniz fotolara çeşitli uygulamalarla Commodore 64 efekti verebilir, FaceTime ile akşamları annenizle kahkahalar atarak sohbet edebilir, çeşitli TV kanallarının uygulamaları vasıtasıyla, kediniz ve kocanız maç izlerken istediğiniz diziyi dikizleyebilirsiniz. 

Ben bu aletler sayesinde interneti çok daha efektif kullanmaya başladım. Çok farklı konularda bloglar, YouTube kanalları, akıllı mobil cihaz uygulamaları kullanır oldum. 

Bu aralar en sevdiğim ve ileride hepsinden çok kullanılacağına inandığım bir sosyal mecra var ki, Twitter'la Instagramı çukur bir kaba koyun, üzerine biraz facebook ekleyin, internet tarayıcınızın sık kullanılanlar kısmı ile ağır ateşte karıştırarak pişirin; alın size Pinterest

İlk etapta ne menem birşey olduğunu anlamasam da, anladıkça daha da çok sevdim. Takip ettiğiniz sayfalardan ilginç yazıları, hoşunuza giden kıyafet stillerini, ilginç fotoğrafları aynı profilde, farklı konu başlıkları altında toplamanıza ve bunları tüm üyelerle paylaşmanıza imkan veriyor ki bir nevi kişisel dergi diyebiliriz. Ancak burada kişisel kelimesini açmak lazım. Kullanım amacı "Ben az önce pırt yaptım, bakın kız kıza kınaya gittik ne de çılgınca eğlendik, bebeğimin boku pembe biliyor musun, sevgilimle kahve keyfi" mesajları vermekten ziyade, internette gezinirken gördüğünüz, beğendiğiniz, sizi ifade ettiğini düşündüğünüz yazı, fotoğraf, müzik, video gibi içerikleri  paylaşabileceğiniz bir yer. Şiddetle tavsiye ediyorum. 

Aslında Pinterest'in yanısıra beğendiğim, sürekli takip ettiğim, sıkça kullandığım başka uygulama ve sosyal kanalları da paylaşmak isterdim ama lafı o kadar uzattım ki başka sefere diyerek bitireyim. Bir de örnek bir blog yazarı havasına girip mesaj da vereyim yazımın sonunda : 

Internet iyi güzel de, kitap da okuyalım sevgili kardeşlerim. Saman kokulu sayfalara değmiş mürekkeple, piksel piksel okuduğumuz yazılar bir değil. 

Murathan Mungan'ın yazdığı Şairin Romanı'nı okuyorum bu aralar. Nasıl bir güzellik, nasıl bir dünya, nasıl bir karın tokluğu anlatamam Haşmet! 

Sevgilerimle,

Optm, kib, bye!

Monday, April 23, 2012

23 Nisan

çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler, 
günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların, 
çocukların avuçlarında yeşerecekler. 



Nazım Hikmet Ran

Thursday, April 5, 2012

İşten arta kalan, bir garip ruh hali

Ne zamandır aklımda olan, saçma zamanlarda düşünmeye başladığım, heveslendiğim şeyler var. Ama bir türlü yola koyulamıyorum. Bu benim maymun iştahlılığımdan kaynaklanmıyor. Evet çeşitli konularda maymun iştahlıyım bunu kabul ediyorum ama bu bahsettiğim şeyleri yapamayışımın sebebi o değil.

Aslında beni lise-üniversite döneminin yaratıcılığından hızlıca uzaklaştıran şey giderek kurumsal bir hal alan iş hayatım oldu. Kurumsal hayat dediğin şey, insanı insanlığından uzaklaştıran, hayat mücadelesi veren bir avcıdan başka hale getirmeyen, acıma, merhamet, sevgi, saygı, sadakat, melankoli, neşe, ağlamak, kahkaha atmak gibi son derece insani donanımlardan vazgeçmesini sağlayan bir şey gibi geliyor bana. 

Şu an çalışmakta olduğum işe başladığımda yapacağım işle alakalı hiçbir bilgiye sahip değildim. Sudan çıkmış balık gibi oradan oraya, oradan oraya savrulup durdum. Tam alışıyorum, öğreniyorum ve hatta kurumsal kriterlerde başarılı oluyorum dediğim an görevim, sorumluluğum, çalışma alanım değişti. Aynı şirket içinde başka bir dünyaya taşındım. Herşey neredeyse başa döndü. Yeniden hiç bilmediğim şeyleri öğrenmeye, kendimi ispat etmeye çalıştım durdum. Tam "olacak galiba" derken, hoooppp yeni bir görev. Bir an, birilerinin bana şaka yapmaya çalıştığını bile düşündüm. Bazen sinirlendim, bazen yıldım, bazen de sakince düşünüp bu olanların aslında hep iyiye giden şeyler olduğuna ikna ettim kendimi. 


Sıkıntım şuradan ileri geldi genel olarak; bu tip çalışma ortamlarında başkalarının "başarı" olarak adlandırdığı şey, beni özünde pek de heyecanlandırmayan, insani bir fayda göremediğim, yapay ve bence biraz da yapış yapış bir eylem. Ancak işin diğer tarafında da "sorumluluk duygusu" var ki, bende bu kadar gelişkin olduğunu düşünmezdim eskiden. Verilen görevi gerektirdiği şekilde yapmak gerek. Sırf bu nedenle, etrafımda pek çok insanın boğuşmakla uğraşmayacağı şeylerle de boğuşup durdum. 


Sonuç nereye geldi? Özellikle şu anki işimde çalışmaya başladığımdan beri, yazdığım yazılarda gözle görülür bir seyreklik ve kofluk, çektiğim fotoğraflarda sayıca neredeyse hiçlik, renklerde solukluk, evdeki eşyalarda benim ellerimin katkısı sıfıra yakınlık, müziklerde sadece radyo kanallarına mahkumiyet baş gösterdi. Bütün enerjimi plazanın her köşesinde dolanan elektrik akımı emdi, aldı götürdü. Akşamlarımı ölü balık gibi televizyona bakarak geçirmeye başladım. Bir dönem trafiği, geliş gidişleri, yolda geçirdiğim zamanı suçladım. Eve erken gelebildiğim zaman dilimleri sanki dünyayı değiştirecekmişim sandım ama öyle de olmadı, defalarca test ettim. Turuncu renkli ölü Nemo halimden ödün verdiğim pek görülmedi. Eskiden 2 günde bir gittiğim havuza, asansörün düğmesine basmaya bile üşenerek, gitmedim. Ah ben ne kadar çok severdim spor yapmayı! 


Uzunca bir süremi de, sürekli herşeye bahane bulabilmem konusunda kendimi suçlayarak geçirdim. Merak etmeyin, oldukça acımasız davrandım kendime. Herşeye bir bahane, sürekli mırıl mırıl herşeyden şikayet edebilme kapasitesi. "Zamanım olsa, bende potansiyel var da" gibi klişe sözlerle anne avutmaları yaptığım konusunda hemfikir oldum beynimle. Ama sorun o da değil. Buna eminim. İstediğimde elimden kaçanın da zor kurtulduğunu defalarca gözlemledim çünkü. 

Sorun aslında o isteğimin, o güzel heveslilik halimin, birşeye heveslenebilme içgüdümün ortadan kalkmış olması. Birçok şeyin anlamsızlaşması. Günümü geçirdiğim ortamla, kalbimin ayrı dünyalarda yaşıyor olmaları ve buna bağlı olarak iki dünyayı birbiri ile bağlayamamam. E bağlayamıyorum çünkü heveslendiğim birşeyi işyerinden birine söylediğimde genelde suratıma tam anlamıyla bön bön bakıyorlar! Sanki gereksiz işler peşinde koşan, aklı havada bir insanmışım gibi! (öyle miyim ulen yoksa?) 


Bakıyorum blogun ilk zamanları yazdığım yazılara, alakalı alakasız beynimde yer eden tüm konulardan, kitaplardan, şiirlerden, filmlerden, güncel olaylardan ne de güzel bahsedebiliyormuşum. Daha berrak bir zihnim varmış. Zamanla yazdıklarım daha çok şikayet etmelere, biraz daha karanlıklara sonra da sessizliğe dönmüş. Değişimi aslında sadece bloga bakıp görebiliyorum zaten. 


E bu kadar laf geveleyip de sonucu nereye bağlayacağım ben? 


Pek biryere değil aslında. Bunlar hepimizin yaşadığı şeyler. Kimse yaptığı işe bayılmıyor, kimse harika bir dünyada yaşadığını iddia etmiyor (ha öyle sanan bir grup insan "eveeeet" nidalarıyla dolaştı ortalıkta, o ayrı) ama görüyorum ki bu insanların bazıları, kendi hayatlarının rengini de soldurmuyor ki!? 


Özetle nasıl yapıyorsunuz canım kardeşim bunu? Bana bir anlatın hele. O enerjiyi, o mutluluğu, o neşeyi, o hevesi, o içten gelen herneyse onu nereden buluyorsunuz? Bana "zorla biraz kendini" derseniz bozulurum. Yeterince zorladım, olmadı. Hiçbirşey eskisi gibi uğraşmaya değer, anlamlı gelmedi. Benim merakım bu ruh halinden nasıl sıyrılındığı. "Benim de böyle bir dönemim olmuştu, sebebi şu şu şu olabilir, yolu yordamı şu şu şu olabilir, ya da radikal olarak bunu bunu yapman gerekir" gibi tavsiyeleriniz varsa başımın üstünde yeriniz var. Buyrun gelin, tarhana çorbası yapayım en kralından. 


Ha böyle birşeyiniz yoksa, söyleyin bana : 

Ben gerçekten "depresyon" denen şeye girmiş olabilir miyim?






P.S: Yazar bu yazısında "3 haftadır yaptığı diyet neticesinde 1 gram verememiş olmanın" haklı kızgınlığını yansıtmaktadır.