Ameliyat arası, dinlenme salonunda sohbet ederken eski arkadaşlarımdan biri İslami inancımı kastederek - biraz da muziplikten - benim imanımın “sakat” olduğunu söyledi. “E”, dedim. Amentüyü bilmekle mümin olunmazmış, sorgusuz sualsiz kadere inanmak gerekirmiş. Bir daha “e, yani ? ” dedim. Ne “e” siymiş (!) ben kadere inanmıyormuşum işte, dolayısıyla imanım da tam değilmiş ve Müslümanlığım falan… Affedersiniz ama “Ulan” dedim “madem senin dinin, imanın tam, amentüyü kalpten okuyor ve de kadere dibine kadar inanıyorsun da (?) ne diye Allah’ın inceden inceye hesabedip DNA sarmalını 140 bin yararak (‘kılı kırk yarmak’ gibi ) özene bezene yazdığı kader’e kötü, oyuncu, zalim, cilveli ve hatta kahpe sıfatlarını yakıştırıyorsun? Hadi, utanmazsın biliyoruz da Allahtan korkmuyor musun? Berzahta kıyamet gününü beklerken cehennem kapısındaki Zebani öğretir sana kadere kahpe demenin ne demek olduğunu. Başlarsın salya-sümük ağlamaya şimdi ne b…k yiyeceğiz diye.” Sözün burasında tam da Zebaninin mızrağının üç oklu ucunun ne işe yarayacağını (!) anlatacaktım ki sözümü keserek “Tamam hocam, anladım sevgili abim, anladım! Hem de net bir şekilde. Ama sen de çabuk kızıyorsun be abi !!! ” dedi ve personel Hatice hanıma seslenerek “ Haççanım, şu sandalyeyi değiştir; bi şey batıyo gibi, rahatsız oldum” dedi. O sırada beni ameliyathaneden çağırdılar ve koltuğumu, oradakilerin bana her zaman hissettirdikleri sevgi ve saygıya bırakıp birazdan dönmek üzere ayrıldım.
Kader filozofik ve teolojik olarak zaten 2600 yıldan beri yorumlanıyor ve tartışılıyor; Tevrat’ın vahiy gününü dikkate alırsanız belli ki evveliyatı da var. Aslında “Kader” Arapçada “ölçmek, ölçerek takdir etmek” demektir. Teolojik anlamı ise, Tanrının evrendeki tüm olayları ve hayatı en ince ayrıntısına kadar önceden bilmesi, belirlemesidir. Bir başka deyişle kader “takdir-i ilahidir”, yani Tanrısal yazgıdır.
Dediğim gibi kaderle ilgili çok farklı düşünce ve yorumlar var. Örneğin, Bodrum’lu Herodot kaderin değişmeyeceğine o kadar inanmış ki “Bir Tanrı bile mukadderata karşı gelemez” diyor. Arthur Schopenhauer insan iradesinin kaderle ilişkisini “Kader kartları karar, biz de oynarız” veciz deyişiyle kuruyor. Ömer Hayyam,
“Şu dünyada bir soru, her gün aklı süsledi
Kader, cennet, cehennem; nerde, bilmek istedi
Söyledi öğretmenim sonunda doğrusunu:
Kader, cennet, cehennem; hepsi sendedir, dedi!”
dörtlüğüyle kaderi ne de güzel insana mal ediyor. Yahya Kemal ise “Hiç şaşmayan saat gibi işler durur kader” diyerek kader karşısındaki güçsüzlüğümüze vurgu yapıyor.
Yani kısacası aklı, bilgisi, bilim adamlığı ve dehası tartışılmaz insanlar bile kaderi birbirinden farklı yorumluyorlar. Ben, genlerimize yazılmış genetik kaderi irademizle değiştirebileceğimizi (iradi kader), yaşam boyu rastlayabileceğimiz kötü olasılıklardan kısmen de olsa aklımız ile korunabileceğimizi, korunamadığımız kötü rastlantıları da iyi rastlantılar kadar olgunlukla karşılayabileceğimizi düşünüyorum. İnanıyorum ki Allah kâinattaki bütün kuralları ve dengeleri en ince ayrıntısına kadar doğanın hafızasına yani Levh-i Mahfuza değişmemecesine yazmıştır ve bu bağlamda ne mucizeye müsaade eder ne de inayet gösterir.
Kader, gerçekten üzerinde uzun uzun konuşulup tartışılacak bir konudur. Zaman lazım, yer lazım, okuyacak sabır ve ilgi lazım. Bu nedenle yazıyı kısa bir şiirle bitirmek ve tartışılacak pek çok hususu yorum ve sorulara bırakmak isterim.
Çektiğim büyük bir acıyı takiben varlığıyla bana hayat veren bir minik bebek, ona her akşam gitar çalmam koşuluyla bana kaderimle mücadele etmeyi öğretti. Ben çaldım, o söyletti.
Hani çektirirken yüklediği acıyı
yüzüne yeni kırışıklar çizer ya kader;
katlanırken kederine
utanmadan cilveli de sırıtır ya!
Çökerken göğsüne
“ben felek” deyip
ciğerini de söker ya hani, nefesini keserken!
Atarsan kendini ölümün soğuk kucağına
bıkıp da hayattan erken
eğilip de Kahpe, fısıltıyla kulağına:
“kaderin buymuş senin” der
ve işte o zaman!
ölürsün esastan.
Şimdi artık o çalıyor ben yazıyorum! Yaşlandım tabii ama çok mutlu ve de sağlıklıyım. İlahi bir kontrol altındaki kurallar dizgesinin işaretlerine bakarak kendi kaderimi yazmaya devam ediyorum, ölümsüz bir yaşamın çirkinliğini de bilerek elbet.
Hadi bakalım!
2 hafta sonra gene buluşalım.
6 comments:
Tubik...Babacık daha çok yazsınnnn..
Sen de yaz..İkinizide okumak inanılmaz keyifli..
üstadım muhteşemsiniz. ne olur devam ediniz.
Hürmetler...
Ersin
Ersin Abi,
Üstad dediğin kişinin bizzat benim babam olması beni ne kadar gururlandırıyor bilemezsin.
Babam her yazı yazdığında, bu blogda ona da bir yer açmış olmanın mutluluğunu ve ama aynı zamanda bunu niye daha evvel yapmamış olmamın üzüntüsünü yaşıyorum. Kader işte!
Babamın yazdığı herhangi bir yazıyı daha evvel okumamış olmak ile beraber (küçükken Beatles notaları kitabının içinde bulup okuduğum, boğazdaki takalardan bahseden şiir hariç), bu blogda yazdığı yazılardan sonra, onun yazı yazma konusundaki bu üstün yeteneği beni hiç şaşırtmadı.
Şu güne kadar hayatının her anını dolu cümlelerle geçirmiş olan babam, klişe bir "yürüyen ansiklopedi" kavramından çok daha ileridedir. Olayları dinleme, anlama, yargılama ve sonuçlandırma şekli, bir kaç ufak duygusallık dışında neredeyse kusursuz ve yol göstericidir. Sizler de zaten onun yazdıklarını okudukça bunun farkına varacaksınız.
Babacığım, burada bu blogda bizimle olmandan, en az telefonun ucunda olman kadar mutlu olduğumu söylemek istiyorum. Yazdığın yazıların, tıpkı seninle yaptığımız konuşmalar gibi, benim için ne kadar değerli olduğunu bilmeni istiyorum.
En iyi "dinleyicin", oğlun, Cenk.
Babacım,
İyi ki bizimlesiniz.. Hem burada, hem heryerde.. Yazılarınızı okumak, sizi sakin, kararlı, bilgili sesinizden dinlemek kadar keyifli....
Bu arada bu yazı uğurlu geldi. Kısmen de olsa galiba internete girebilmenin bir yolunu bulmuş bulunuyoruz tükkandan.
Galiba. :)
Hem Tuba hem Cenk'in babası... Her ikiniz de inanılmaz saygı ve hayranlık uyandıran insanlarsınız... Bir şekilde iyi ki bize ulaşıyorsunuz :))
Post a Comment