Friday, January 10, 2014

Emek-lemek

Bugün değerli kayınpederim daha da önemlisi sevgi ve saygıdeğer babam Cengiz Miroğlu 38 yıldır görev yaptığı Şişli Etfal Hastanesi'ne emekliliği nedeniyle veda etti.

Bugün hastanede düzenlenen veda toplantısında çalışma arkadaşlarının ve babamızın yaptığı konuşmalar beni çok etkiledi. Bu nedenle sizinle hislerimi paylaşmak istedim.

Doktor, öğretmen, avukat, asker, akademisyen, üretimde çalışan mühendis, sanatçı, sivil toplum örgütü iştirakçisi gibi toplum menfaatlerine direk etki eden görevlerde yer almıyorsak, çalıştığımız iş yerleri 3-5 senede bir değişiyorsa, plazalarda, bankalarda, şeklimizi bozmadan her geçen gün biraz daha insanlıktan çıkıyorsak pek mümkün değil babamınki gibi bir vedayla "mesleğe" hoşçakal dememiz. Bizim vedalarımız ancak bildiğimiz en pahalı pastaneden söylenecek pastalar, bütün haftanın stresini atmak amacı ile insanların geldiği ayarsız klarnetli fasıllar, "ayıp olur" diye verilen adam başı 30 TL'den toparlanmış hediyeler ve "hayırlısı olsun cnm yaa" düzeyinde cümlelerle olur. O yaşta bir yerlerde genel müdür falan olabildiysek ayrı tabi. Aynı hesabı yatlı partiler, ıstakozlu kanepelerle, rakı yerine martini bardakları ile yapmak daha doğru olabilir.

İnsan eğitimini gönüllü olarak aldığı ve mezuniyetinden sonra da başka işler kovalamadan kendini sahaya attığı bir meslekte mutlulukla çalışıyorsa, işini hayatının önemli bir noktasına getirebiliyor. Para kazanmayı öncelikli amacı yapıp işkolik olmaktan bahsetmiyorum elbette.

Saygı duyduğu, önem verdiği, kendini mutlu hissettiği bir işte çalışan insan, işini ve özel hayatını aynı sevgiyle sevip, fedakarlık yaptığı için birinden birine içten içe öfke duymadan, işine gösterdiği hassasiyeti çocuğuna, çocuğuna gösterdiği hassasiyeti işine göstererek de hayatını sürdürebiliyormuş. Gönüllü olarak bir disiplin oluşturup dengeleri içtenliğinden ödün vermeden sağlayabiliyormuş. Çalıştığı süre boyunca sadece işi ile ilgili değil, hayatının geneli ile ilgili değerli tecrübeler, anılar, fikirler, algılar edinip bu edindiklerini etrafı ile paylaşabiliyormuş. Ciddiyetle samimiyeti, sevgi ile saygıyı, öğrenme ile öğretmeyi, kendine güvenle kendini bilmeyi aynı terazide dökmeden taşıyabiliyormuş. Doğruyu bilmek için yılmadan çalışıp, zamanı geldiğinde doğru bildiğinden şaşmayabiliyor, hadsizliğin gözüne parmak sokabiliyormuş. Ülkenin, ekonominin, iş yerinin sağladığı imkanları bir kenara koyup, elinden gelenin en iyisini yapmaya daima gayret ederek bulunduğu ortamın koşullarını da iyileştirebiliyormuş. Sevmeyi bildiği kadar sevilmeyi de biliyor, azarlansa da sevilen, azarlasa da saygı duyulabilen biri olabiliyormuş. İşini yaparken insanlara, ülkesine sağladığı katkıyı ön sıraya alabiliyormuş.

Ben ve benim gibi arkadaşlarım, yazımın başında ifade ettiğim ortamlarda, belirttiğim sürelerde para için çalışmaya devam edersek, işimizden maddiyat dışında hiçbirşey elde edemeyeceğiz. Doların fırlaması müşterimizi memnun edecekse mutlu olacağız ancak ülkenin yaşadığı krizi önemsemeyeceğiz ta ki o kriz yüzünden işten atılana kadar. İş yerimizi daha iyi bir yer yapma gayretimiz olmayacak çünkü piyango bize vurursa ilk yapacağımız şey istifa etmek olacak. Bilgiyi kendimize saklamak konusunda uzmanlaşacağız çünkü iş arkadaşımızın bizim yerimize terfi etmesine göz yumamayacağız. Ayağımıza basılmasın diye ayağa basacağız belki. Çocuklarımıza yatılı bakıcı tutacağız çünkü bütün gün hissettiğimiz gizli nefret ve stres akşam eve geldiğimizde çocuk kaprisi çekemeyecek hale getirecek bizi. Sonra bir gün çocuğumuz Serdar Ortaç dinlemeye başlayacak ve biz anlam veremeyeceğiz. Zengin bir hayattan bahsedebileceğiz belki ama yaşadığımıza inandığımız "onurlu" hayatlarımız her ay bordrodan otomatik düşülen ödediğimiz vergiler gibi olacak. Yanlış birşey yapmamış olmanın onuru ile yetineceğiz. Çocuklarımız büyüdüğünde bizim vedalarımıza gelmeyecekler büyük ihtimalle çünkü dediğim gibi bizim büyük konferans salonunu tıka basa dolduran vedalarımız muhtemelen olmayacak. Annemiz babamız, çocuklarımız bizimle elbette gurur duyacak ama hissedeceğimiz iç huzuru böyle olmayacak.

Çizdiğim bu iç karartıcı tablo işini severek yapan, koşa koşa gidip evine de koşa koşa dönen, hayatının her anını huzurla geçirenler için değil elbet ama bu yazdıklarımı içinde hissedecek arkadaşlarım olduğunu biliyorum. Bizim için herşey değişir mi bilmiyorum, büyük değişikliklere cesaret edebilir miyiz, risk alabilir miyiz, imkanlarımız bizi başka şeyler yapmaya itebilir mi bilmiyorum. Bildiğim birşey var, şu anda çocuğu olan, bebek bekleyen ya da bebek düşünen arkadaşlarım önemli adımlar atabilirler. Çocuklarının geleceklerini şekillendirirken, başarı kriterlerini belirlerken bu bahsettiklerimi akıllarının bir kenarında bulundurabilirler. İşini seven, mutlu, huzurlu, bu huzuru ailesine de yansıtabilen bireyler yetiştirebilirler. Çocuklarını maddi hırslar ve doyumsuzlukla değil, mutluluk, huzur ve faydalı olma gayesiyle büyütebilirler.

Elimizde çocuklarımız gibi güzel bir cevher var. Geleceği bu çocuklar şekillendirecek, bu çocuklara ise biz yol göstereceğiz. Umarım ebeveynliğimiz onurlu, faydalı, dürüst, ahlaklı bireyler yetiştirerek sürer.

Bana bu konuda kendi ebeveynlerimin yanında bir diğer önemli örnek olan babama teşekkür ediyor, emekliliğin de en kralı ile örnek olacağına inanıyorum.

5 comments:

serpil said...

Üniversitede çok sevdiğim hocam Beyhan Miroğlu'nun eşi mi yoksa, doktor olduğunu söylemişti.
Soyadı benzerliği de olabilir tabii.

tubik said...

@Serpil :

Soyadı benzerliği değil, doğru hatırlamışsınız :)

serpil said...

Çok selamlar, sevgiler benden hocama.
Öğrettikleri her zaman aklımda, sesi kulağımda..

heidi said...

Son günlerde sürekli bunu sorguluyorum. İşyerinin tüm katlanılmaz hallerine eklenen İstanbul trafiği eşliğinde eve dönerken, evde 3 çocuğum anamız kapıdan girsin de üstüne atlayalım diye beklerken ben hep sorguluyorum. Hak ettiğim istediğim hayat bu mu? Mutsuz değilim mutluyum ama çocuklarımın bana ihtiyacı olduğu dönemde yanlarında olmamak beni üzüyor. Ve mesela bilsem ki 5 yıl ömrüm var. Şu an yaptığım işe, içinde bulunduğum tempoya bir gün dahi tahammül etmezdim. Alır çocuklarımı bir sahil kasabasına yerleşir birlikte vakit geçirirdim.Bunu şu an bile yapabilirim. Maddi imkanlarım çok kısıtlı olur ama ben mutlu olurum. Bu hayaliminden azcık bahsetsem yakın dostlarıma uzaya gideceğim demişim gibi bakıyorlar yüzüme. Herkes olması gereken buymuş gibi teslim olmuş. Çocuklarımızı yabancı birilerinin büyütmesi, onları günde bir iki saat görmemiz, h.sonu delice aktiviteye boğmamız, kendimize ayıracak vaktimizin olmaması, yaptığımız iş dışında bir şey okumamamız hepsi normalleşmiş. Bu kadar normalin içinde tek deli benim deyip susuyorum. Üzgünüm gevezelik ettim sayfanızı işgal ettim. Bir çıkış arayışındayım kendimle dertleştim.

Sevgiler.

tubik said...

@Heidi:

İşgal etmek ne demek, ilgiyle okudum yazdıklarınızı. Bu soruları ben ve çevremdeki pek çok arkadaşım sorar olduk. Şanslı olduğunuz bir nokta var ki "mutluyum" diyebiliyorsunuz. Çoğumuz onu bile diyemeyecek durumdayız. Benim takıldığım nokta da sizinkine çok benzer. Bu planları eşle dostla paylaştığımda karşılaştığım "uzaylı" bakışı. Kendi standartlarına bayılan, başka insanlar için de bu standartların doğru olduğuna emin olan bir hayat görüşü var. Halbuki onları mutlu eden beni etmeyebilir, ya da tam tersi. Herkesin farklı hayalleri, hayattan farklı beklentileri var. Başkasının başarı saydığı kariyer ilerlemesi benim hayatımda hiçbirşey ifade etmiyor ama ne yazık ki bu da garip karşılanıyor. 5 yıl ömrümüz kalacağını bildiğimizde yapacağımız bambaşka şeyler var diyebiliyoruz ama 5 sene içinde ölme ihtimalimiz hiç yokmuş gibi eziyet ediyoruz kendimize. Benim henüz çocuğum yok, bir gün olursa hayatını başkalarının doğrularına göre inşa edip mutsuz olmasını hiç istemem. Kendim için değiştirebileceğim çok fazla şey yok belki ama çocuğumun mutluluğunu bu şekilde sağlayabilirim umarım.