Monday, December 31, 2007

Yeni ev, yeni hayat, yeni yıl....

Sizin haberiniz yok tabi, bizim ev tutuldu.. Ataşehir'de mini mini, yeşillik içinde sempatik bir ev olduğu söylenebilir.. O kadar şovunu yaptık Narcity'nin ama bize son anda yaptıkları yetişmeme sürpriziyle karşılaşınca araya bir ev daha koymak zorunda kaldık... Ikea'dan 4 bacaklı en basit masalardan aldık, olduğu yerde sallanan dolaplardan ve başucu çekmecelerinden aldık.. Bunları kendi kendimize yapmaya kalktık... Ellerimiz acıdı, heryerimiz ağrıdı ama insanın kendi kendine bişeyler yapmasının tadı damağımızda kaldı.. Cenk'in adına da konuşmuş oldum, bilemiyorum bu sözlerime katılır mı.. En son bıraktığımda Ikea'yı icat edene sevgi dolu (!) mesajlar göndermekle uğraşıyordu...

Sonuç olarak yeni evimiz hazırlanma aşamasında... Tencereler tavalar dolaba yerleşmek için sabırsızlıkla sıralarını bekliyor... Davetiyeler basım aşamasında, nikah şekerleri itinayla seçildi, muhtemelen üretiliyor, çiçekler belirsiz, şarkılar neredeyse tamam, gelinlik bitti, damatlığın parçaları tamamlanıcak, listeler hazırlanıyor (kabus dolu anlar yaşanıyor), oturma yerleri de belirlensin... Sonra misafirler gelsin... Cenk ile Tubik evlensin, herkesler eğlensin....

Sürekli ağlamaklı olduğum, evden ayrılmanın yarattığı tuhaf duygular, vs... Bunlara değinecek olursak tehlikeli sulara gireriz.. Hüngür hüngür ağlamaya gerek yok ofisin ortasında...

Velhasıl kelam (asıl yazıldığına dair fikre sahip değilim) 2008 başında bir sürü yenilik olacak hayatımızda... Herşey yepyeni.. evimiz.. hayatımız... işlerimiz... ailemiz... arabamız... sanki tüm hazırlıklar yeni bir yılla herşey yeni olsun gibi... Başlamak üzereyiz.. Sadece 27 gün kaldı... Heyecan, hüzün karmakarışık....

Dilerim hepiniz için yeni yeni mutluluklara sebep olur bu yıl... Dilerim herkes içindekini dışa çıkartmayı, kendi bildiğini okumayı, uktelerini doldurmayı, ailesine değer vermeyi, iyi insanlar olmayı başarırlar... Dilerim herkes sevecek bi insan, bi hayvan, bi eşya bulur..... Dilerim hepiniz normalde satın almayacağınız ama hep istediğiniz hep ilginizi çeken hediyeler alırsınız...

Hepinize iyi seneler dilerim....

Monday, December 24, 2007

Beynim bugün sağından kalktı.. Sizinki?

Bugün insanın kendi beynini tanıması ve nasıl kullanabileceğine dair önemli ipuçları elde emesi açısından keşfettiğim muhteşem bir quizi paylaşmak istiyorum. Tamam, ben bulmamış olabilirim, hatta bizzat Bodur'un blog sayfasından utanmazca araklamış da olabilirim.. Ama ne önemi var? Önemli olan hizmet! Halkın aydınlanması! Tek yapacağınız aşağıda vereceğim linke tıklayıp beyninizin hangi kısmını daha çok kullandığınızı keşfetmek... Çıkan sonuçlardan sonra ne yapacağınızı bilememezlik içine düşmeniz dahilinde sorumluluk üstlenmem, o sorumluluğu da anında Bodur'a atarım... Benim gibi koskoca mühendis olup da uzun zamandır bu kimliğin üzerinde ne kadar eğreti durduğunu farkeden ve bunun sebebinin aslında beyninin sağ tarafını kullanması ve mühendisten çok yazar mazar gibi acaip işlerle uğraşması gerektiğini bu quiz sayesinde kendine kanıtlayan kimseler varsa, Allah kolaylık versin diyorum... Daha ne diyeyim, kelin merhemi olsa....

İşte benim sonuçlar;

You Are 25% Left Brained, 75% Right Brained

The left side of your brain controls verbal ability, attention to detail, and reasoning.
Left brained people are good at communication and persuading others.
If you're left brained, you are likely good at math and logic.
Your left brain prefers dogs, reading, and quiet.

The right side of your brain is all about creativity and flexibility.
Daring and intuitive, right brained people see the world in their unique way.
If you're right brained, you likely have a talent for creative writing and art.
Your right brain prefers day dreaming, philosophy, and sports.


"E napalım yani" diyesi geliyo insanın sonunda, çünkü günlük astroloji yorumlarından bi farkı yok, farkındayım... İtiraf ediyorum, sonuçların sayfadaki duruşu çok cazibeli geldi... Herşey şekil için!!!

Wednesday, December 12, 2007

Teknolojinin gözünü seveyim

Erkeklerin toplantı, iş seyahati yalanlarına son!!! Kadınlar!! Duyun sesimi..


Tek yapacağınız google earth'ten ya da görmek istediğiniz yerin yöresel web sitesinden oranın videolarına bakmak! Arabaların park yerlerinden kocanızın sokak ortasında sigara içmesine kadar görürsünüz! Görmek istmediğiniz şeyler için garanti veremiyorum.


Aşağıda İş seyahati başlığı altında Almanyaya giden Cenk'in İstanbul'daki odamdan çekilmiş görüntüleri yer almaktadır... Yok yok o kadar da psikopat değilim.. Cenk bir kısa mesajla kendisini internetten görebileceğimi belirtti. Girdim baktım... Yanında sarışın Helgalar yok.. Biri Erdoğan Abi, diğeri de Barış.. E bizimkinden de başka bişey beklemek ayıp olur :D




Monday, December 3, 2007

Abi, alttan da bir dıptıs verdik mi...

Neler oluyor burada? Tubik'im düzenli yaziyor, bir suru işimiz olmasına rağmen. Ben ise hiç ortalarda yokum. Aslinda ikimiz arasinda kendini ifade etme ve düşüncelerini cümleye dökme yarışması yapsalar Tubik açıkara şampiyon olur. Ben ise çok sinirlenip çok küfür ettiğimden Hasan Şaş hesabı ceza alır dururum. Yani son zamanlarda benim az yazı yazmamın esas sebebi aslında potansiyel yazılarımın Tubik'inkilerin yanında çok yavan gözükecek olmaları, en azından ben böyle düşünüyorum. Yine de bugün size bahsedecek birşeyler buldum, konu ne mi? Müzik arkadaşım müzik. Ama dinlemek değil, daha çok bestelemek üzerine.

Commodore 64'de Future Composer adlı, 3+1 (her zaman 4 olmuyordu) kanallı müzik yapabileceğiniz bir programla başladı benim müzik hayatım. O zamanlar Clique başta olmak üzere Türkiye'de de bir sürü demo/diskmag grubu vardı ve biz de deli gibi özendiğimizden birkaç arkadaşla demo grubu kurmuştu ve ben de şarkıları yapıyordum. Oldukça başarısızdım aslında, müzik bilgim ve zekam yeterli seviyede olmadığı için (Sene 1994-1995 buarada :) ) yaptığım şeyler grup içerisinde de tutmuyordu. Zaten bir patterni doldurmak saatlerimi alıyordu ve 1-2 sene içerisinde pes ettim.



Seneler geçti, Ender Kasım arkadaşımızla tanıştım ve hayatım değişti. Üniversiteye hazırlandığımız dönemde, ve İTÜ günlerinde tüm zamanımız artık .it ve .xm formatında şarkılar yapmakla geçiyordu. Ben kuzey Avrupa ülkelerinden arkadaşlar edinmiştim ve vokallerimi onlara yaptırıyordum. Şarkıları yapmak için Modplug Tracker kullanıyorduk. Evet, şimdi yapsam halen onu kullanırım, inanılmaz kullanışlı bir programdır.



Gördüğünüz (veya göremediğiniz) gibi programda tamamen özgürsünüz. Belirli bir dönemden sonra .it desteği ile sınırsız (neredeyse) kanal, Direct VST (yani eşzamanlı efektleme), sınırsız (neredeyse) sample özelliklerini de getiren MPT, 1999 itibari ile tüm avrupanın favori mod/bilgisayarlı müzik programı olmuştu. En azından metalscene diye tabir edilen ve bilgisayarda metal müzik yapan herkezin takıldığı ortamda bu program kullanıyordu. Seneler boyunca müzik zevkimizin de değişmesi ile çeşit çeşit şarkılar yaptık. Demin baktım, Ender ile toplam 50'den fazla şarkımız var. Ben bu şarkıların bir kısmını Türkiye'de sevdiğim arkadaş gruplarına, bir tanesini Bulgaristan'da bir gruba, bir tanesini de daha geçenlerde Amerikalı bir herife beleşe verdim. :)

Bazen yaptığımız şarkıları stüdyoya gidip çalıyorduk, en eğlenceli kısmı buydu. "Allahsiz Makarna" efsanesi de burada doğmuştur aslında. Şarkının linkini ve sözlerini birazdan aşağıdaki linklerde vereceğim. O günleri hatırlıyorum da, her ses için saatlerce uğraşır, en uygun sampleları seçer, defalarca dener, bir şarkının içine bazen 20 şarkılık melodi/geçiş/ritim koyardık. Günümüzdeki şarkılara bakıyorum da, yemin ediyorum sayın okuyucular, büyük bir çoğunluğu bizim yaptığımız şarkıların yanından bile geçemez. E siz metal müzik yapıyordunuz diyeceksiniz. Evet ama her başarılı şarkı belirli başlı noktalarda kesişir, türün fazla önemi yoktur.

1. Yaratıcılık: Yaptığınız şarkı biraz da olsa birşeyler getirecek, duyulmamış bir melodi, akılda kalacak bir ritim veya söz içerecek. Ya yüreğiniz derinlerine dokunacak sözleriyle, ya da kafanızı hafifçe böyle sallamanıza sebep olacak harika bir melodiyle. Zamanımızda şarkılar ve hatta şarkı biryana bir sanatçının bütün müzik bilgisi/kalitesi bile yurtdışından çalınıyor. Türk müziği yerinde sekiyor, yenilik yok, olanlar dikkat çekemiyor falan filan. Büyük ustaları ayırıyorum tabi, büyük usta derken de Kayahan'ı kastetmedim. :)

2. Uyum: Uzun seneler Black Metal dinledim, halen de dinliyorum. Tubik bile alıştı. Bu kadar sert ve hızlı bir müzik türünde bile vokaller ve şarkının temel enstrümanları arasında anormal bir uyum vardır. Gitarın tonlaması ile vokalistin çıkardığı sesler bile uyum içerisindedir. Vokal şarkının genel havasını yansıtmaktadır. Yine ülkemizden dem vurmak gerekirse, radyoyu açın ve Türkçe müzik dinleyin. Şarkıların neredeyse tamamında İNANILMAZ tek düze bir ritim bulunmakta. Bu ritim üzerinde son derece bet bir vokal var ve vokal melodisi zaten şarkının da ana melodisi. Yani basitçe 130 metronom üzerine 4/4 lük bir çalıntı dıp-tıs-dıp-tıs (o bile meşhur club/dance şakrılarınan çalıntı) ve tek bir melodi. Aman allahım, müzik katliyamı, kaçın Sedar Ortaç geliyor. Parasında gözümüz yok, yeterince kazandıysa müziği bıraksın sadece.

3. Akılda kalma: Evet, bütün güzel şarkılar akılda kalır, çoğunluğu 1 kere dinlemeden sonra aklınızın bir yerine yerleşir ve tekrar hatırladığızda size böyle hafif bir huzur ve hemen dinleme isteği yaratır. Şarkıların akılda kalması ya bir melodinin çok ama çok güzel olması ile (bu bazen Türkiye'de de oluyor :) ) ya da şarkının enstrümanları arasında çok seslilik ve ton uyumunun muhteşem olması ile sağlanır. Asıl zor olan bence 2.sini yapmaktır ve bunu sadece müzik bilgisi çok iyi olan ve müziği iyi hisseden bestekarlar yapabilirler. Türk popüler müziğinde buna örnek olacak herhangi birini şu anda göremiyorum ve bu da beni dehşet üzüyor.

Evet sayın okuyucular, şu anda görüyorum, dinliyorum ve yargılıyorum. Evet, müziğimiz korkunç bir durumda. Sürekli "terk ettin beni, çok da fifi" modeli şarkılar ve aynı melodiler, araklamanın araklaması ve vesaire... Müzik nereye gidiyor, neden oraya gidiyor, geri gelecek mi? Ben ne zaman eski CD'lerimi dinlemeyi bırakıp yeni birşeyler alacağım (Malt hariç) hiç bilemiyorum. Size, siz dinleyecek güzel birşeyler bulana kadar oyalanacak birşeyler verebilirim sadece. Hepinizi gözlerinizden öpüyorum. Saygılar.

Metalscene forumları
Bir hayat dersi, Paul Potts
5 adet şarkım, Trax in Space'den
Modplug ile ilgilenirsiniz belki

Friday, November 30, 2007

Organize hayat, hayal, heyhat...

Tayyör mayyör bana tersmiş meğer... "Giy parmak arası terliklerini, yağmur yağarken terası yıka" insanıymışım meğer.. Alttan Pink Martini, Frank Sinatra, Belle and Sebastian çalsın, demlenen adaçayının kokusu sarsın, kedim köpeğim ayağıma dolansın... Laptop'um olsun, Ikea'dan alınma dandik ahşap masamın üzerinde dursun... Her yerde kağıt, her yerde çakıyla açılmış kurşun kalem, her yerde boya kalemi, her yerde kitap...

Terasta iki çuval toprak, minik siyah poşetlerde çiçek fidanları, bitki ilaçları... Minik tırmığım, o sapları kesen korkunç keski, solucanlar ve sarı çizmelerim..

Gün ortasında annem arasın.. Beni ne kadar özlediğini söylesin... Daha mantıklı birşeyler giyeyim, annemle kız kıza Türk Kahvesi içeyim... Sonra annem plazada çalışmadığım, bankada çalışmadığım, öğretmen olmadığım için bana sitem etsin... İçleri toprak dolmuş tırnaklarımdan uğraşsam da kalan tortulara göz atıp onaysız bakışlarla yorumlasın... Ev hayvanlarını hala yollmadım diye binbir nuh nebiden kalma hastalık hikayeleri sıralasın.. Ama annemle kahve içeyim.. Kız kıza kalalım..

Sonra babama gideyim.. Minnacık dükkanına zor sığayım.. O çalsın ben dinliyim.. Bir iki zımpara işine yardım edip, pamuk yanaklarından öpüp evime döniim... Saatlerce kitap okuyup, saatlerce yazacak birşeyler arıyım.. Hemen diil orta karar hızda bulayım... Ağır ateşte yazayım... Zaman benim olsun... Toprak kokan yağmur dinginliği benim olsun... Akşama kocam gelsin... Beni öpsün.. Yemek yesin.. Ben seyrediim.. Sonra kucağında uyuklıyım...

Hayal kurmak güzel be moruk... Belki "başarılı" zannedilen eğitimlerden süzülerek hayata kalmayı başarabilmiş insanların o katı, duygusuz yaşamlarını seçmem yaptığım en büyük hatadır.. Belki zamanında hayallerinin peşinden koşma cesaretini kendinde bulamayıp kendisini bile fazla hayal perest bulan ben, başarı zannettiğim yolda en büyük başarısızlığı tatmışımdır.

Yok göründüğü kadar dramatik değil halim.. Hatta iyi bile denebilir. Tek problem içinde bulunduğum sahneyle içinde bulunmayı hayal ettiğim iki sahnenin bende uyandırdığı hisler bambaşka... Ve ben güzel olanı bırakmışım çocukluğumdan kalan bir hayal olarak....

Diyeceğim odur ki, hayal kurmaktan korkan, başkasının hayalinde figüran olur...

Thursday, November 22, 2007

Frank Sinatra


Uzanırken sanki biri saçlarınızı okşuyor gibi başlayan yumuşak bir sesten sonra coşkulu notalarla tırmanan o kararlı çıkışlar... O karizmanın altına ustaca gizlenmiş ayyaşlıklar... Tarzından taviz vermeyen, her ritme uygun danslar... Sanki bir ömür çalışılmış bakışlar...


Birine aşık olduğunuzu mu itiraf ettiniz? Verdiğiniz çiçeklerden sonra aldığınız o içten gülümseyiş beklediğiniz cevaptan da mı olumluydu? Sokağın ortasında sevinçten zıplayıp topukları birbirine mi vurmak istiyorsunuz heyecanla? İçinizdeki coşkuyu sizin yerinize dışa vursun diye koyun CD'yi arabaya binince.. Açın sesini iyice... Yüzünüzdeki gülümseme ve gözlerinizdeki parlaklıkla eşlik edin o zaman;


L-O-V-E is for the way you look at me!


Cenk'i mi özlediniz? (bu noktada dikkat etmek gerek, örselerim) Gelsin de kocaman bi sarılsın size mi istiyosunuz? Havaalanında uzaktan göz göze gelip de koşturduğunuz, havada döndüğünüz anı mı hayal ediyorsunuz... El ele tutuşup gözlerinizin içine baktığı an hemen gelsin diye dört gözle mi bekliyorsunuz? Cevabı yine burada... Pijamalarınızı giyip sivilce sıkmanıza gerek yok... Bir müzik seti ya da bir bilgisayar yeterli... Baş ucu lambanızın ışığında odanın içinde deli deli dönerken kim takar dünyayı? Hep beraber bağırıyoruz;


Fly me to the moon!!!


İş arkadaşlarınız sizi bütün gün çileden mi çıkarttı? Ah yoksa sevgilinizden mi ayrıldınız? İçinizdeki hırs, hayati mertebelerden birini mi aşmanızı sağladı? Kendinizi yorgun ama daha güçlü mü hissetmek istiyorsunuz? Bir başınıza yağmurun yeni yağıp dindiği, toprak kokulu yollarda mı yürümek istiyorsunuz? Dilerseniz en hararetli yerinde yastıkları da yumruklayabilirsiniz... Aynadaki boş bakışlar daha parlak olsun, sonunda esracengiz bakışlar fırlatabilin diye... Ne diyorduk?


My way!


Bir hata yapıp evlendiniz mi? Hata da olsa sizin değil mi? Evde bir kalabalık, bir koşturmaca... Ayarı kaçmış tuzlu yemeklerden siz, temizlik dolayısıyla tiftiklenen saçlarından eşiniz mi hınçlı? Badi badi dolanıp evi savaş alanına çeviren canavarlar mı var sakin kalmak zorunda olduğunuz... Hadi ama neşelenin!! Siz bir ailesiniz ve Al Bundy bunu başarıyorsa, sizin neyiniz eksik??? Tüm sevip de tahammül edemeyenler için geliyor;


Love and Marriage!


OOooooo! Mumlar yakılmış.. Pofuduk yastıklar üzerine yumuk yumuk uzanılmış... Topukları erimiş çoraplar ayaklarda, parmaklar fingirdeşiyor... Şarap iyiden iyiye yayları gevşetiyor... Gözlerde mumun şaraptan süzülmüş kızılları dalgalanıyor... Gözler buluşuyor.. Belki sonra yumuşacık bir öpücük... Ya da sevgilinin sıcacık boynu gizli gizli koklanacak... Belki biri kulağa fısıldayacak;


Moon river...


Ve işte huzurlarınızda bu tariflerin babası, aşçısı, yamağı, mutfağı...... Frank Sinatra!!!



Hiçbir şarkı bu kadar erkeksi söylenmedi...

Sunday, November 18, 2007

İyi geceler niyetine..

Cenk bu sabah, sabahın körü itibariyle İtalya'ya gitti.. Neymiş efendim eğitim varmış.. Bir hafta olmayacak burada.. Bütün gün yapabileceğim bir sürü şey varken sanki hiçbişeyim yokmuş gibi hissettim. Uzun zamandır böyle olmuyordu.. Bi kere biz ikinci senesini yeni kutlamış, bu iki senenin beşinci ayında 5 aylık askerlik için ayrı kalmış, dönüşünde bi şekilde evlenmeye karar vermiş, sonra benim feci sofistike ve elegan(?) (Yozgat, Çorum vs, vs..) iş seyahatlarim nedeniyle haftalık dönemlerle ayrı kalmayı başarabilmiş insanlarız... Ama askerlikten sonra hiçbiri bu kadar koymamıştı... İtalya'ya vardığını haber verdiği an özledim keratayı... Uçaktan falan da korkuyo...

Neticede Cenk'in İtalya'da olması fikriyle yaklaşık 12 saat sonunda bir duble rakı, az biraz beyaz peynir, alttan da Müzeyyen Senar kıvamına geldim diyebilirim.. O diil burada olsa garanti didişecek bir mevzu bulmuş ve ortamı şenlendirmiştim ancak şu anda sadece beşinci sınıf romantik komedi sahneleri çekiyorum kafamda... Hani çocuklar abuk bir yaramazlık yaptıktan sonra gece yatarken açığa çıkmasın diye bin tane dua ederler ya "Allahım bi daha yapmıcam gerçekten.." falan diye.. Aynı psikolojiyi bizzat geri dönüştürdüm seneler sonra...

Bi de Cenk'e mektup yazıyım buradan herşey tam olsun..

Sevgili Cenk,

Hasretinden odamı topladım, domates çorbası ve bulgur pilavı yaptım... Denedim evlenince başarılı olacak mıyım diye ama değişen bir şey yok.. Annemgiller yemek yapacak biz yiyeceğiz.. Buralarda hava biraz yağmurlu.. Yolda yürürken elini tutamadığım için aptal aptal etrafıma bakındım çok... Yanlış anlayanlar olmuş olabilir ama eve sağ salim dönmeyi başardım.. Sana bu satırları yazarken yarını nasıl geçireceğimi düşünmeden edemiyorum.. Kim uyandıracak beni sabah? Geç kalırsam sorumlusu sensin! Ayrıca Freeshop'tan sipariş ettiğim parfümü almazsan İtalya'ya geri dön...

Çok özledim, sevgiyle öpüyorum...

Tubik...

Wednesday, November 14, 2007

Kitap saati geldi çattı, gözlük camları "hoh"lansın..

Az önce kustuğum yazı esnasında gözlerim dönmüş resmen... Ağzımdan köpükler çıkmış zor durmuşum.. Ancak dergileri unutmuşum giydirme operasyonum sırasında... Devam ediyoruzzzzz...


Biri bana bu dergileri kim çıkartıyor, kim edit edip onaylıyor anlatsın... Başlarına Devil Wears Prada'daki Miranda düşsün diyesim geliyor... Hayır... Zannettiğiniz gibi "Efendim, 3 kilo derginin 2 kilosu reklam zaten!" diyerek kolaya kaçmayacağım.. Reklam olacak zaten, nasıl çıkacak o dergi başka? O değil.. Hala usanmadılar mı "Erkekleri baştan çıkarmanın yolları", "Ateşli bir öpücük için altın sırlar", "Sevgilinizin poposundaki kafam kadar sivilceye aldırmadan sevişin!" içerikli yazılardan? 4 ayda bir önceki dergiden copy paste... Random şekilde serpiştirilmiş resimler.... Bu dergilerin aynıları yurt dışında da çıkıyor kardeşim!!! Salak yok burada.. Ya da var ve siz o yüzden bu kadar rahatsınız dergi insanları... Yabancı versiyonları daha eğlenceli.. Hatta daha öğretici olduğunu, hatta zaman zaman öğretici olabildiğini bile söyleyebilirim.. Tabiki ağırlıklı olarak Cosmo, Elle, vs. gibi kadın dergilerine bu sözlerim.. Kıyafet kısımları sanki hepimiz o süper transparan ve parlak kıyafetleri giyebiliyormuşuz gibi fantastik hatta pisişik(?).. Üstelik sanki hepimiz birer makyöz ve birer modacıymışız gibi tok gözlü tavırlar...

"E peki sen hiç bişeyi beğenmiyor musun?" diye soran olursa diye dersime çalıştım. Mesela akşam gazetesinin her pazar çöıkarttığı Brunch dergisi hoşuma gidiyor.. Konular fazla baymadan, çok da yüzeysel olmadan işleniyor.. Her tür insan beynine hitap eden yazı bulmak mevcut.. Daha genç, daha dinamik, sanki biraz amatör heyecanıyla hazırlanıyor...

Konudan saptım, neden biri "poke"lamıyor beni? Hahaha.. Farkettiniz mi yazının başından beri acaip Nişantaşı sakinleri gibi aralara fütursuzca yabancı kelimeler serpiştiriyorum... Bu konuda diyecek tek lafım yok.. İngilizce dünyanın en hızla büyüyen dili ve Türk Dil Kurumu son 50 senedir ücretli izinde... Kendilerine ulaşamıyoruz... Allahtan "bilgisayar"ı bulmuşlar da hala anne babalar gibi "komputer" demiyoruz...

Yeter artık bu aşamayı geçiyoruz.... Özünde herşeyi yemiş yutmuş, mucizevi yetenekleri olan ve engin bir kültür alt yapısına sahip biri değilim ben.. Haddimizin sınırını bilelim, aklına geleni söyleyen samimi küçük kız pozları bi yere kadar tutar..

Ne diyordum ben alsında? Hah....

Gözlükleri hohlayalım, pijamaların kenarıyla viykkk viykkk sesi gelene kadar ovuşturalım, gözümüze takıp iki kaş hareketiyle yerine oturtalım.. Hazır mıyız????

Son aldığım, okuduğum, okumakta olduğum ve okuyacağım kitaplarla ilgili bilgileri veriyorum... Arkanıza yaslanın...


Okudum;

"son çıkan" raflarında çılgıncasına gözünüze çarpmış olduğunu tahmin ettiğim, Adam Fawer'a ait, "Olasılıksız"....

"Bitirmek için yarını, başkasına anlatmak için bitirmeyi beklemeyeceksiniz." gibi iddialı bir slogan yer alıyor arka kapakta.. Kittabın sürükleyici bir kitap olduğunu söyleyebilirim.. Şizofreni, epilepsi, Kuantum fiziği, Laplace Teoremleri, vs gibi insan beyninin işleyişini, insan beynindeki bilinçaltı ve öngörü yeteneğinin nerelere varabileceğini irdeleyen bir macera romanı. Şizofreni rahatsızlığı çeken bir adam, kumar bağımlısı esas oğlan ikiz kardeşi, çeşitli profesörler, kötü gösterilen ancak sonunda "canım yaaaa" dedirten ajanlar, eksik olmaz "Lara Croft" benzeri bir hatun ajan, küçük bir çocuk...
Son derece merak ederek okuyabileceğinizi söyleyebilirim bu tip kitaplara ilginiz varsa.. Ancak fikrime göre sonunu bağlayamamış Adam abimiz, ve biraz baygınlık veren gerilim filmi gibi bitiyor... Bence dedim...


Okuyorum;

Kitabı o an hangi ruh haline dayanarak bilemicem ama kapak rengine vurularak seçtiğimi söylemeliyim.. İnci Aral'dan geliyor, "Safran Sarı"...


1994'te "Yeni yalan zamanlar" adıyla çıkmış romandan sonra, 2003'te çıkan romanı "Mor" ile son dönemlerde insanların kaybettikleri bir takım değerler, değişen yaşam şekilleri ve bakış açılarına değinmiş İnci Aral.. Ardından izlenimlerinin önceki iki romanıyla bütünlük oluşturduğunu farkederek bu kitaptan sonra ilk kitabına "Yeşil" ismini vermiş. Sonuncu da "Safran Sarı" olmuş ve bu üç kitabı, "Yeni yalan zamanlar" üst başlığı altında bir üçleme halinde toplamış... İyi yapmış mı bilemiyorum çünkü önceki iki romanını okumadım.. Zaten yukarıda kurmaya çalıştığım cümle de yazarın girişe düştüğü notun "paraphrase" edilmiş hali... Yoksa ben ne bilirim mormuş yeşilmiş.. Ben bir "mavi yeşil bilirim, o da balıkçı var bi tane, bi de asla kilo verdirmeyen ve yenmeyen tahta bozması bisküviler..


Herneyse... Kitap tarihi eserlerle uğraşan hatta kaçırmışlığı bile olan 30 yaşlarında bir kadın, son derece plaza insanı, 40'ına merdiven dayamış bir adam, aile baskısından fenalık geçirip, tek tutkusu yazmak olan, Kur'an'ı, peygamberler tarihini defalarca hatim edip yetinmemiş, çağdaş edebiyata da ilgi duymuş, kabuklarına sığamamış bir genç kadının yollarının bi şekilde artık kesişmesini umduğum bir öyküye sahip... Yazar "Geleceksizlik" kavramından yola çıkarak oluşturmuş karakterleri. Kadın bir yazarın yazdığı hissedilen, zaman zaman fazla bulduğum ağdalı cümleler içeren, yazarın bazı konularla ilgili fikirlerini (ör. kadın programları, türban meselesi) karakterlerin kendi düşündükleri ile birleştirmeye çalıştığı noktalar sanki deneme ya da köşe yazısı havasından kurtulamamışlık izlenimi verdi bana ama İnci Aral yazarlığının 30. yılını kutlarken böyle tespitler yersiz, terbiyesiz ve basit kaçabilir, bir bilene sormak lazım...



Okuyacağım;


Bu kitabı da hafif metalik eflatun tonlarındaki kapağı cezbetti.. Ama tercih sebebim o değildir. "Puslu Kıtalar Atlası" macerasıyla çıktığım İhsan Oktay Anar yolculuğuna "Amat"la devam ettikten sonra arada kaçırdığım kitapları "Kitab'ül Hiyel" ve "Efrasiyab'ın Hikayeleri"na inat aldım.... İsim, "Suskunlar"....


İhsan Oktay Anar'ın çoook eski tarihlerden oyun gibi, masal gibi bahsediyor olması, okurken beynimde oluşturduğu kasvetli ortam imajlarında saçma sapan fantastik olayların dönmesi ve gecenin körü kendi kendime gülmeme sebep olması, ve bunları son derece ağır Osmanlı'ca kelimelerle, büyük bir ciddiyete sahip üslubuyla yapıyor olması beni benden alıyor ve yeni kitabını okumak için sabırsızlığıa sürüklüyor...
Haydi herkes başucu lambasını açsın.. Kahveleri kaldırın bu saatte içilmez evladım... Ayağınıza çorap giyin kış geldi gece üşür... Yatın yatağa, çekin yorganı... Dalın başkalarının sizin için sunduğu düşer alemine...

Kulakların pası silinsin, babam söylesin alem dinlesin!...

Ne günah etse açılmaz, iki gönlün arası
Ne gün ah etse kanar, dildeki firkat yarası
Dilerim bin beter olsun, kim ayıplarsa beni
Arıyor ruhum onu olsa da bir yüz karası
Ahhh....
Arıyor ruhum onu, olsa da bir yüz karası...



Diyor babam alttan alttan... En kadife sesiyle, en yumuşak tonlamalarla... Kulaklarım sıcak sıcak gülümsemeye başlıyor, gözlerim mutluluktan ağlıyor...


Sertaç Ortaç'lardan, Gökhan Özen'lerden, Bülent Ersoylardan artık canımın yanmaya başladığı şu dönemlerde.. Özgürlüğüm kısıtlanıyor ey halkım! Radyo dinlemek istiyorum hür irademle, nereyi açsam, karga sesli, totoş kılıklı, ya da turbo vınn vınnn insanların o bet şarkıları... Artık utanır oldum.. Bu kadar kötü müzikler, utanmadan birebir çalınan melodiler, özenti klipler... Tercih sebebidir hemen sazan gibi atlamayın "E o zaman başka müzik dinle alla alla" diye... Ben burada meramımı anlatıyorum.. En severek dinlediğimiz, bak bunlar süper dediğimiz şarkıcı, türkücü, vs vs'ler bile dünya standartlarının çok gerisinde.. Bilgisiz, estiği gibi hareket eden, çalışmayan, hazıra konan, çalan çırpan insanlar... Ben Türk müziği dinlemek istiyorum.. Türklerin yaptığı güzel müzikleri dinlemek istiyorum ve artık kimse ortalıkta utanmadan müthiş havalarıyla gezen zirzopları dinlemesin, onları değerli kılmasın, onlara bu beleşten karizma fırsatını vermesin istiyorum... Herkes artık uyansın istiyorum... Ama rüyamda bile MALT'ın albümü acaba kaç satmıştır diye endişeleniyorum... Pufff...


Şov yaptığımı düşünen olursa kendini denize atması konusunda ölümüne desteklerim.. Hatta taşı ben bağlarım ayağına... İnanın bazen nefret ediyorum bazı basitliklerden... Ve bu basitliklere hala mal gibi bakıyor oluşumuzdan... Babam senelerini verdi doğru dürüst şarkı söyleyebilmek, ud, keman, kanun, vs çalabilmek için.. Aşık gibi bağlıydı Türk Müziği'ne.. Eskiden TRT 4'ün konserlerini beklerdi heyecanla.. Artık onlar bile eskisi gibi değil sanki... Senelerini buna adamış, 60'ından sonra enstrüman yapmayı öğrenebilmek için parmak aşındırmış, Şimdi bunu başarıp bir de üzerine dersini vermeye başlamış birinin güzel şeyler görmeyi, duymayı hak ettiğine inanmak, ve bunları ona yetenekli olduğunu iddia eden insanların sağlayamamış olması utandırıyor beni... Athena'yı anlamak için çaba göstermiş, zamanla sevebilmiş, son derece hoşgörülü, açık fikirli bir emektardan bahsediyorum.. Bağnazlıktan gözleri körelmiş bir ihtiyardan değil...


Ve Sertaç kuşu çıkıyor "Benim için şarkı yapmak 15 dakikalık iş.. Önce cıp tıs bi ritm buluyorum sonra onun üstüne bir iki söz koyuyorum, düzenleme falan derken, al sana şarkı" diyebilmesi müthiş bir rahatlıkla,beddua hatta küfür etmeme, benim de pisleşmeme neden oluyor.. Bilmem hislerimi anlatabiliyor muyum?


Ben de seve seve Türk müziği dinlemek istiyorum, tarihimizin Dede Efendiler, Zekai Tuncalar, ve sonrasında Zeki Mürenle devam edip Sezen Aksuyla tıkanan bir tarih olmasını, koskoca Orhan Baba'nın taraktan fırçadan bir TotoStar yarışmasında jürilik yapmasını midem kaldırmıyor.....


Siz gerisini müzikten sonra tüm kültür sanat faaliyetlerine uyarlayın anacım, uğraştırmayın beni.. Kültür sanat derken neleri kastettiğimi anlamamış başlangıç seviyesindeki bazı arkadaşlarımız için (bkz. sinema, tiyatro, resim, mimari, peyzaj, moda, edebiyat...)


Yok dayanamıcam... Detaylandırmadan edemicem... Mahsun Kırmızıgül'ün bir şekilde son derece değerli tiyatrocuları bir araya getirebildiği, ve film çekebildiği şu ülkede bu insanları adam gibi bi yönetmen bir araya getiremedi daha.. Hala yurt dışından birileri ithal ediliyo gişe yapmak için... Deniz Akkaya oynadığı beşinci sınıf bir Amerikan filmi yüzünden (ismi cismi bile belli değil filmin) tavanlarda gezebiliyo... Tamer Karadağlı hala Nicholas Cage, George Clooney gibi aktörlerden çakma tribal bir iki errrrrkekk rolünde oynayabiliyo...


Yetmedi mi??? Belediyenin milyonlarca dolar para verdiği mimarlar, peyzajcılar her sene bilmem kaç tane lale dikip, İstanbulun göbeğine dünya çirkini kazuretler dikebiliyo...


Hızımı alamadım, moda evleri kan ağlıyo... Modacılar kan ağlıyo... Cengiz Abazoğlu ile Dilek Hanif en Haute Couture kıyafetlerini giyip Milano'da bir cafede pişti oynuyorlar, helva arası dondurmasına... Hala Kemal Tanga 250 liraya kafes gibi ayakkabı satıyor...


Murathan Mungan'lar tek başlarına yetmiyor artık farklı hisler uyandırmaya... Yaşar Kemal'ler, Halide Edipler, Reşat Nuri'lerin ekmeğiyle gidilemiyor artık... Başka başka milletlerin seçmesiyle, 100 kere okunsa genede anlaşılmayacak cümlelerin yazarları bir anda büyük oluveriyor... Sonra canlarından endişelenip memleketlerini bırakıveriyorlar en büyüğünden...


Oy oy oyyyyy... Bunların herkes farkında, konuştukça daralıyorum.. Farkında olmalı... Ve artık insanlar biraz mallıktan kurtulup alkışladıkları şeyleri tekrar düşünmeli... Asabiyim, sinirliyim, agrasifim....


En derin saygılarımla...

Thursday, October 18, 2007

Orta Şekerli Türk Kahvesi olarak Facebook

Hafif ılık bir akşamüzeri.. Yolda yürüyorsunuz... Sağlı sollu dükkanların ışıkları yanıyor yavaştan... Eve götürebileceğiniz tatlı alternatiflerine bakmak için bir tatlıcının vitrininde duraklıyorsunuz.. "Fıstıklı baklava mı alsam, şöbiyet mi? Babam Sütlü Nuriye sever..." Tam o anda isminizin telaffuz edildiğini duyuyorsunuz... Kafanızı kaldırdığınızda gördüğünüz sima.. Tanıdık ama tam değil.. Saniyeler geçiyor, sisler dağılıyor... Siz de bir isim sayıklıyorsunuz... 317 Ahmet... Yaramaz Ahmet... Futbol oynarken abisinin eski püskü eşofmanını giyen Ahmet.. Beğendiği kıza hediye vermek istediğinde, annenizin hediyesi kolalı mendili veren Ahmet... Bir yaygaradır kopuyor... Sarılmalar, uzaklaşıp bi daha bakmalar falan... Eve yemeğe buyur ediliyor.. Anne gördüğünde inceden duygulanıyor... Baba askere gitmediğini öğrendiğinde Ahmet'i inceden azarlıyor... Mendil verilen Ayşe'nin şimdi evlendiği konuşuluyor.. Sütlü Nuriye'ler yeniliyor, orta şekerli Türk kahveleri içiliyor.. Ve son sarılmayla Ahmet bir başka tesadüfe kadar, gidiyor...

Çok mu geride kaldı bu sahneler acaba? Bir tık ötesinde, yolda görse selam vermekten kaçınacak, onca kargaşalı hayatın içinde eski anıları hatırlamaya güç yetiremeyeceğinden hiçbir tesadüfe yer vermemek adına kafası önünde yürüyen milyonlarca insan, çarpışma ihtimaline karşı kendinden farklı yönlere yürüyen merdivenlerden geçerek bir tık ötede mazideki tüm unutmak istediklerinin dünyasına açılıyor.. Canlısına gücünü yetiremediği sanal kucaklaşmalar, canımlar cicimler yaşıyor.. Herkes birbirini yıllar sonra buluyor, saniyeler sonra unutuyor... Artık insanlar çoğunlukla sosyalliklerini ve nostalji gereksinimlerini listelerindeki arkadaş kalabalığıyla pekiştirip, egolarını anne sütüyle besliyor..

Peki bunlar hiç mi işe yaramıyor? İnsanların para, zaman ve kişisel huzur dengesini yakalamaya çalışırken girdikleri boğuşma içerisinde ancak bunlarla yetinmek zorunda kalıyor.. Gücü buna yetiyor... Arkadaşlarının fotoğraflarına bakıp hafızalarındaki resimle arasındaki 7 farkı bulmaya uğraşarak mutlu oluyor.. Tesadüfler giderek azalıyor, "tık tık"lar artıyor.. Birbirine asla koklanamayacak çiçekler göndererek eğleniyor.. Kah vampir oluyor birbirini ısırıyor, kah grup olup miting yapıyor..

Hayat giderek değişiyor ve son 30 yılda doğanlar inanılmaz hızlı değişimlere şahit olarak büyüyor... Bize de orta şekerli Türk Kahvesi olarak bir Facebook almak kalıyor... 40 yıl konuşulacak olmasa da...

Saturday, September 22, 2007

Omuzlar dik, göbek içeri!

Son zamanlarda değişik ruh hallerinde olduğumu, bu sayfayı takip ediyorsanız az da olsa hissetmişsinizdir. Enteresan bir dönem geçiriyorum ve bu dönemin bu geçişinden de ciddi boyutta mutluyum. Bir kendini fark etme, unutulan şahsiyetle yeniden tanışma durumu bu.

İnsanlar hayatlarında bir kaç defa böyle süreçlerden geçer eminim ki. Çocukluğu bırakıp genç olmaya giderken, genç olmayı bırakıp yetişkinliğe girerken, yetişkinliği bırakıp menapozla açılan kapıdan yaşlanmaya giderken...

Bu geçirdiğim dönemde bol kitap okudum. Normalde adetim olmayan ve pek prim vermediğim kişisel gelişim kitapları da dahil. Hemen hemen hepsinde aynı şeyler vardı. Pozitif düşün, pozitif şeyler yaşa, kendine güven, kendini sev, kendinle barış, hayat tarzını değiştir, için kan ağlasa da gülümse, öyle diğilmiş gibi davran, dik dur, dik yürü, kafan havada, başın ileri...

O kadar kolay mı insanın kendine güvenmesi? O kadar kolay mı insanın kendiyle barışması? Bence değil..

İnsanın hayatta aşabileceği en büyük sorun insanın bizzat kendisi bana kalırsa. Dış etkenlerle insanlar yıpranır, yorulur ve körelir gibi görünse de insan kendini aşamadığından çöker.

Söyler misiniz ne kadar kötü şeyler yaşamış olursa olsun başkasını affedemeyen bir insan var mıdır dünyada? Ölürken son nefesinde bile nefretini kusan var mıdır? (Serdar Ortaç ya da Tuba Ekinci'ye duyulan nefret diil bahsettiğim, zira ölürken de hala o Sertaçı cimcikleyerek öldürmek istiyor olacağım) Birileri bişey yapar, insanlar üzülür, acılar çeker ama şu hayatta en zor şeydir insanın kendini affetmesi... Yaşadığı tüm pişmanlıkları bir çocuğun hataları gibi en sonunda hoşgörüp, affedebilmesi.. Seneler önce yaşanmış bir olayda "keşke şunu da söyleseydim" diye hala iç geçiren yok mu aramızda...

Suçlu da olsak suçsuz da olsak kendi terazimiz değil mi en çok bizi cezalandıran... Durup dururken "hayırdır inşallah" dedirten iç sıkıntımız, her dakika daha çok eklediğimiz kişisel yüklerimiz değil mi aslında?

Durup iki dakika düşünmek lazım.. Tüm benliğimizi affedebildiğimizde daha emin, daha sağlam adımlar atar olmayacak mıyız, bunu anlamak lazım.. Aklımıza her gece kare kare gelen, can acıtan görüntüleri kendimizi affederek kurtulmak lazım...

Şimdi söyleyin o çok sevgili kişisel gelişim kitapları... Kendine farkında olarak ya da olmayarak milyon tane zırva için kızmakta olan biri kendine nasıl inansın, nasıl güvensin? Kendine güvenmek aynaya baktığında kaşından gözünden, cüzdana baktığında işinden gücünden memnun olmak mıdır? Yoksa kendine güven, herhangi birşey yaparken, su içerken, sevişirken, kavga ederken, reddederken, severken, ağlarken sebebini bilmek, sonucunu görmek ve kabullenmek midir? Kızınıza güvendiğinizde mi erkek arkadaşıyla tatile yollarsınız, yoksa güvenmediğinizde mi? İkisinde de endişe yaşanır ancak birinde yaşanan endişeyi kabullenmek daha kolay ve farklı olmaz mı?

Söyleyin bana, insan kendini bildiğinde mi dikliği dikliktir, kolunda güzel bir kadın, ayağında Ferre botlar olduğunda mı?

Başarı olumsuz sonuçlar elde edilse de emeği takdir etmek midir, yoksa o kadar emeği hiçe sayarak becereksizliğine lanet etmek mi?

Artık görmemiz gerekiyor, hayat ne sonuçtan ne de gidiş yolundan alınan puanlarla başarılı sayılamaz... Sınav sonucu, kağıdı verenin hissettiği doğruluk duygusudur. Çünkü en büyük terazi vicdandır ve kişi en çok kendine acımasızdır....

Tuesday, September 18, 2007

Durduğumuz da nerden çıktı??

Ne yani? Kafamın en karışık olduğu, kendimi bile anlayamadığım, işsiz güçsüz ve de sıkıcı olduğum bir dönemde mi yazsaydım bloglarımı? Yapmadım.. Sizlere kıyamadım ve sessizliğe gömüldüm.. Çok da iyi oldu.. Ben her sessizliğimde kendimle biraz daha tanışıyorum, adımlarım daha tanıdık geliyor ve adım atarken gülümsüyorum bile...

İnanmayacaksınız artık o son derece karışık yemek mönülerinde bile kararsız olmamaya çalışıyorum.. "En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir" derler ama inanmayın! Geçenlerde Kanyon Num Num'da son derece kararlı (!) bir şekilde "0 (yazıyla sıfır) yağ salata" yedim... Hayatımda yediğim en korkunç şeydi!!!! Ama noldu?? Zayıflamaya karar vermiş bir insan olarak müthiş bir irade örneği sergiledim ve hepsini büyük bir iştahla yedim!! Ne yani? Her yerinden yağ ve kanlar akan T-bone stik daha mı iyi olurdu?? Hmmmmm... Bu konuyu kapatsam iyi olacak.



İnsanlar diyet yapıyor.. E ben niye yapamıyorum diyerek kendi kendime icat ettiğim diyetimi uyguluyorum.. Her sabah diet süt eşliğinde Nesfit & Fruits yiyorum bir kase. Çok lezzetli tavsiye ederim Meyve parçacıkları çok güzeller. Cornflakes ya da müsli tipi şeyler sevmeyenleri bile kalben fethedebilir.. Bunlarla kalmıyor öğle saatinde tatlı krizine giren ofis insanlarına uymuyorum.. Sadece çörekotlu Etiform sipariş ediyorum.. Bir dilim limonlu sodamla onu götürüyorum. Öğle yemeklerinde mümkün mertebe otluyorum diyebilirim. Akşam yemeklerini de mis gibi sağlıklı anne yemeklerinden azar azar götürüyorum.. Ramazan sebebiyle pidelere karşı koymakta güçlük çekiyorum ama bu noktaya kadar anlattıklarım bile mucize :D Ha ben bunları ne kadar zamandır yapıyorum? Tam olarak 3 gündür.


Onun dışında ne yapıyorum? Zayıflamaya karar verdim ya, spora da başladım.. Yok yok Metrocity'nin altındaki Essporto henüz bedava üyelik dağıtmaya başlamadı. Hem zaten herkesle aynı anda terlemek de pek hoş bir sosyal aktivite değil bence... Terli sosyalleşme.. Hmmm.. Gerek yok.. Tabiki çözümüm yine kendi kendime hazırlamış olduğum spor programı.. İşe dişlerimi fırçalarken sallanarak başladım.. Olaylar bu şekilde gelişti. Sonra bulduğum bir spor CD'si, akabinde kendi hayal gücüm derken annem ve babam benim tipik bir Bridget Jones bunalımı yaşamakta olduğumu düşünmeye başladılar sanırım.. Ama hayır... Ben sadece bunları yapmak istediğim için yapıyorum...


Başka başkaaa.. İş değiştirdiğimi Cenk zaten bir önceki blogda belirtmiş.. Bastım istifayı. Rahatladım.. Eski patronumu çok severim ve burdan selam ederim ama olmuyordu, ilişkimiz çok rutinleşmişti, heyecanı kalmamıştı ve saygımızı da kaybetmeyelim dedik ve dostça ayrıldık.. Sessiz çığlıklarımı duyan Kariyer.net beni arayarak "Daha fazla gecenin 5'lerine kadar gözünden sular çıkarak iş aramana tahammül edemiyoruz.. ve sana iş teklif ediyoruz " dediler. Satış yöneteicisi olarak işe başladım.. Ve artık çılgınlar gibi çalışıyorum.. Günde 100'e yakın telefon görüşmesi yapıyorum ve rüyalarıma sekreterler girmeye başladı... Hain sekreterler..

Başka başkaaaa... İngilizcem konusunda şikayetlerim vardı... Yani trafikte rahat küfür edememek (asshole, go and fuck yourself gibi), filmlerde Brad Pitt'in dediklerini anlamak için altyaılara bakarken mimiklerini kaçırmak falan gibi sıkıntılar... Bu böyle olmayacak dedim ve bu konuya da el atmaya karar verdim.. Ne mi yaptım ? Yine kendi İngilizce kursumu yaratarak Cosmopolitan'ın UK versiyonunu satın aldım.. Senelerdir aynı ilişki konularını, tavsiyelerini okuyarak ezberlediğimden bilmediğim kelimelerin karşılıklarını rahatlıkla tahmin edebiliyorum.. Mesela Real Life başlığı altında işlenen konunun manşeti Can an affair save a relationship'se şayet, affair aldatmak olsa gerek... Sex'le ilgili olanları buraya taşımayacağım hayır...





Görüyorusunuz ki kendimle alakalı bir takım trick (English, you know!) noktaları değiştirmeye gayret ediyorum... Bu noktalar benim için anlam ifade eden, kendime bişeyler ispat etmeye uğraştığım noktalar.. Başka mevzularla ilgili derdim yok zaten.. Mis gibi bi sevgilim, süper de bi hayatım var...

Bu arada, Tophaneye her akşam geliyor olmamıza rağmen bu, burada yazdığım ilk blog... Vatana millete hayırlı olsun, ortamın Beşiktaş-Marsilya maçı izlenirkenki fotoğrafları sıcak sıcak yer bulsun...



I mean, errr, take care!!!

Durduk, durulduk.

Vallahi bize biseyler oldu. Ama ben dedim ki, yahu dedim, buraya da arada bir bakan vardir, öldük sanmasinlar dedim. Ta taa! Iste burdayim!

Neler oldu bakaliiim...

Oncelikle Tubik satis yapmaya basladi, hatta su anda sanirim Levent tarafina falan musteri ziyaretine gitmekle mesgul. Otomatik vitesli, CD calarli kariyer.net arabasi icerisinde keyfi baya yerindedir herhalde. Tahminimce yakinda prim de almaya baslar, 1-2 ay sonra. Ben de is degistirmeye karar verdim, dun Petrofer Endüstriyel Yaglar San ve Tic. A.S.'deki satis muhendisligi gorevimden istifa etmis bulunuyorum. 2 hafta daha ofise musteriye falan gidecegim, millete elveda diyecegim. Mudurlerim falan uzuldu yani, biraz hosuma gitmedi diyemicem. Musteriler beni seviyormus falan oyle dediler. Beni gec bulup erken kaybetmisler.

Ne yapacagima gelince...

O da ayri bir blog konusu.

Simdi bitirmem gereken isler var. Fazla mesgul etmeyin dukkanin onunu. Hadi bakim... Hadi.

Friday, August 24, 2007

Ve nişan

Neler oldu neler? Yahu cok guzel bir nişan oldu. Bir kere biz sevgili nişanlım Tubik ile öyle güzel bir yer seçmişiz ki. Yengemiz Yeliz sayesinde bulduk Mabeyin restoranı. Vezirspor stadyumunu bilenler için söylüyorum, stadın eski açık tribünün arka tarafına denk geliyor. Sakin sessiz ama yeşillikler içinde çok kaliteli bir yer gerçekten. Bize genişçe bir salon verdiler nişan için. Kendisine ait WC'si(tuaaalet demeye utandım) ve mutfağı olan, 5 garsonun ve bir şefin başımızdan eksik olmadığı bir salon. Bize şöyle uzunlamasına ve köşelerinde 3 kişinin oturabileceği 40 kişilik bir masa hazırlamışlardı. Tabaklar, çanaklar falan pek bir havalıydı harbiden. Yüksek tavanlı bir salon olduğu için ferah ferah (ferahça) yaptık nişanımızı. Bakın neler oldu:

Önce ailelerimiz bir araya geldi. Bu noktada daha kimse kimseye "Öpim annecim, öpim babacım!" dememişti.


Sonra arkadaşlarla bir araya geldi. Evet. Gördüğünüz gibi sadece 4 tane arkadaşımızı çağırabildik. Aslında tabi 1-2 isim daha vardı gelmesi gereken. Ama olmadı. Canları sağolsun. Biz de son anda haber verebildik zaten herkeze. Hepiniz canlarımsınız, oh öperim. Bu arada Aykut devrem aslında o kadar da kısa bir insan değildir, neden öyle çıkmış anlamadım. :)


Sonra masaya oturduk. Hiç heyecanlı değildik ya, gerçekten. :) Bakın ben şarkı bile söylüyorum kendi kendime: "Romeo...romeo...romeooo!"


Sonra sıra nişan yüzüklerinin takılmasına geldi. Tabi bildiğiniz gibi bu yüzükler kurdela ile (kurdele?) birbirine bağlılar, işte ondan onu kesmek lazım. Fakat makas yok, inanır mısınız sayın okurlar? Ben bu durumu önceden tahmin edip evde makas getirmeyi düşünmüştüm, sonradan unuttum. Neyse, önce makas bulunamadı, meğersem araya para sıkışmış, ulan millet ne güzel yolunu buluyor be. Neyse, Soner Amca kurdelayı kesti, yüzükler resmen takıldı, nişanlanıldı. Resmen nişanlıydık artık. :D


Bakın sonra ne oldu. Parmaklarımızda yüzük ilk resmimizi çektik. Buyrun:


Sonra bilmediğimiz yerden bir soru çıktı. Yahu biz buna hiç hazırlanmamıştık. Resimde de gözüküyor ki Tubik, ben ve pasta birbirimize çaresizce bakıyoruz. Ulan bunun bi de birbirine yedirme faslı var yahu. Evet, onun resmi de aşağıda. "Cenk sakın üstüme dökme kırarım kafanı!" durumu da oldukça belirgin. :D Tabi durum böyle olunca yediğiniz şeyin ne olduğu konusunda aklınızda en ufak bir fikir bile olmuyor. Neliydi bizim pasta ya?



Sonra babamız (Hüseyin baba, artık ikimizin de babası!) kalktı, herkeze Türk Sanat Müziği şarkı sözleri yazılı olan fotokopiler dağıttı, sonra enstrümanlar çıkartıldı ve süper bir TSM seansı yaşandı. Babam dahil herkez hayranlıkla dinledi, çok güzel oldu, çok.


Ve sonuç: Suratımdaki geniş gülümsemenin sebebi nişanın ve Tubik'in güzelliğinden tabi. Çok güzel bir nişan oldu, gelen, gelmeyen, tebrik eden ve bizi seven herkeze acaip çok teşekkürler. Hepinizi çok seviyoruz. Ben ayrıca Tubik'i çok seviyorum.

Saygılarımla.

Saturday, August 18, 2007

Nişan

Geri düünüşümün ilk olarak bu haberi vermek için olacağını inanın ben de tahmin edemezdim :)

Zaten artık siz de bekleye bekleye unutmuşsunuzdur amaaaaaaaa....

O gün geldi çattı!!! Bu akşam yüzükleri takıyoruz ve de artık nişanlı çiftler arasına katılıyoruz...

Yüzüklerimiz hazır, en sarısından bildiğiniz anne baba alyansı :)

Tüm fotoğraflar ve detaylarla dönüşüm daha da muhteşem olacak... Çok havadisim var çokkkkk!!!!!!

Heyecan giderek artıyor.. Kuaföre gitmem gerekirken ben bu satırları yazıyorum.. Annem evi terk etmeden önce gitsem iyi olacak :)

Sevgilerrrrrrrr!!!!

Monday, August 6, 2007

Gelmiş geçmiş en heyecan verici bilgisayar: Commodore 64


Hayal meyal değil, direk kare kare hatırlıyorum o anı. 1986 yılının yaz sonuydu. Eski evimizdeydik. Abim, Düzce - Yalova - İstanbul üçgeninin son bölümü için Şişli'ye gelmişti ve bana bir süprizi vardı. Kendi kendine Amiga planları yapan canım abim, Commodore 64'ünü bana vermeye karar vermişti. Yanında kasetçaları ve birtakım oyunlarıyla. Bilgisayar mevzusuna tamamen uzak (o zaman bilgisayar pek yaygın birşey değildi tabi zaten) olan annem ve babam pek sıcak bakmasa da, ben yaşadığım sevinci kelimelerle anlatamam. Maviden kırmızıya çizgileri ile, Commodore 64 amblemi ile, her televizyona bağlanabilmesi ile ve tabi en önemlisi inanılmaz şirin bir ekmek kutusuna benzemesi ile gönlümü en derinden fethetti biricik bilgisayarım.

Artık herşey başlamıştı. Yaşım 7 olduğunda EPYX'in muhteşem spor oyunları ve Paperboy ile tanışmıştım bile. Zaman ilerledi, hem de hızlıca ilerledi. Commodore 64 çeşitli zamanlarda fiyat kırarak ve 1541-I ve 1541-II driverlarını çıkartarak bütün rakipleriyle başa baş gitmeye başladı. Bu arada System 3, SSI, Accolade, Activision gibi müthiş oyun firmaları ortaya çıktı. Ben de 1541-II'mi almış emin adımlarla yolumda ilerliyordum. Arz-talep sonucu Türkiye'de 2 tane C64 amaçlı bilgisayar dergisi çıktı; Commodore ve 64'ler, ikisi 1 yıl arayla. Bu dergiler çok amatör olarak yayın hayatlarına başladılar ve bir dönemin çocuklarının hafızalarında ne kadar güzel hatıralar bırakacaklarından tamamen habersizlerdi. MAC, Omay, daha sonradan birçok dergi çıkartan Mert, Can... Daha niceleri. Ha bir de tabi, gidip sık sık ziyaret ettiğimiz Apo abi (Abdurrahman Pala, şu anda halen gazetecilik yapmaktadır). İşte bu iki dergi, ortaokulda keşfettiğim hocam ve C64'ü, ve İstanbul'un çeşitli köşelerinde keşfettiğimiz tuhaf kopya C64'cüler ile seneleri yedik bitirdik. Jereon Tel dinledik, Myth oynadık, Monday Night Footballl!!! dedik, Emiyln Hughes, Microprose "attık" (Fifa gecelerinin temelidir.), Future Composer'da müzik yaptık, 4 kanal müziğie hayran olduk (normalde maksimum 3 kanaldır), demolar çektik, yaptık, izledik, Clique'e özendik, 64'ler okuduk, MAC'e güldük, güldük, ağladık, ağladık, dergi kapandı, dükkanlar kapandı, oyunlar rafa kalktı, joystick'ler kırıldı, Teleteknik battı, bir dev çöktü...

Çocukluğumuz da bitti aslında o anda, derginin kapanacağını duyduğum gün... günlerce ağladım. Halen de gözlerim dolar düşününce.

Ama bunları hep ben yaşadım, C64'ü ben oynadım, oyunlarını ben çektim, ben aldım dergiyi ilk defa, ben okudum, ilk defa, herkezden önce. O tarihleri ben yaşadım, benden sonrakiler yaşayamaz, onlar Kings of Bounty'yi bilmez, Vendetta oynamamıştır, C64'te Lemmings hayali kurmamıştır. Jereon Tel'e hayran değildir, tanımaz çünkü. Savaşmayı bilmez, Amiga'ya karşı C64'üne sarılıp savaşmamıştır çünkü.

Çok şanslıyız 80'lerin çocukları, çoook. Hepinizi seviyorum. Öpüyorum.

Şöyle bir bakın aşağılara, tanıdık birşeyler var mı? :)

1989, New World Computing, Kings of Bounty, Heroes of Might and Magic serisinin atası.


1989, System 3, Myth, Fazla söze gerek yok, System 3 ve Myth.


1988, Audiogenic Software, Emlyn Hughes International Soccer, oyuncu özelliklerinin değiştirilebileceği ve dolayısıyla türkiye ligi patchi bile olan inanılmaz oyun.


1986, System 3, International Karate, belki de tüm zamanların en eğlenceli dövüş oyunu, ayrıca 3 kişiyi aynı anda dövüştürme fikri de oldukça yaratıcıydı.


1989, Blade Software, Laser Squad, UFO serisi, Jagged Alliance ve Fallout, sizce nerden esinlenildi?

Tuesday, July 31, 2007

Tubik, EVE ve asker Batu


Evet, geçtiğimiz günlerde Ender'in (tekrardan) EVE'i bırakması beni derinden etkiledi. Çocuk haklı. Oyun oyun değil ki. Adamın aklını, kolunu, bacağını, zamanını herşeyini alıyor resmen. Savaş çıktı, savaşa gemi götüremedim, param bitiyor adam vurayim, görev yapayim, şunu da alayim, ana bu da güzelmiş derken saatleriniz EVE oynayarak ve EVE düşünerek geçiyor. O yüzden, aferim Ender'cim, iyi yaptın vallahi. Zaten eninde sonunda ben de bırakacağım bunu. Çünkü Tubik ile evlenip aynı evde yaşamaya başladığımız zaman "Oley, artık kendi evimdeyim, 24 saat EVE oynayabilirim!^! :)" gibi salakça bir düşünceye sahip olamazsınız. En azından bunun farkındayım. Bu yüzden EVE ile geçireceğim son zamanları iyi değerlendirmem lazım. Zaten CNR'ımı da almışım. :)

Dün Batu ile buluştuk nargilede. Batu bildiğimiz Batu. Askere gidecek, 12 günü var. Senelerin soğukkanlılığı ile karşılıyor olayı tabi. Ben de biraz anlattım, moral verdim. Batu zaten hiçbir zaman gereksiz paniğe ve heyecana kapılan biri olmadı. Dün de olmadı. Ben de öyle gazladım ki, askerliği Quake oynamak gibi zannediyor olabilir şu anda. Neyse, gidince anlar.

Sonra düşündüm, ulan askerlik güzel geçti be benim, dedim kendi kendime. Hakkaten de güzeldi. Ben iyi arkadaşlar edindim orda. Has devrem Aykut, bugün yarın gelecek olan Selo, Ankara'da Sinan... Askerde öyle çok "birine" ihtiyacınız oluyor ki, belki hayatınız boyunca bir daha hiç görmeyeceğiniz adamlara neler neler anlatıyorsunuz. Anlatmak zorundasınız, birileriyle birşeyler paylaşmak zorundasınız. Sonra ne oluyor? Adam süper iyi arkadaşınız oluyor tabi. :) Herkez birbirinin zorla arkadaşı oluyor.

Umarım ben kimseye zorla arkadaş olmamışımdır. Herhalde Aykut'a zorla arkadaş olmadım, adam hergün arıyor beni çünkü, ben de onu arıyorum, Tubik'e de devrem diyor. Tubik askere gitmedi ki yahu? Değişik bir adam bu Aykut.

Neyse, çok uzattım, zaten işteyim şu anda. Gözlerinizden öpüyorum. Saygılarımla arz ederim.

Sunday, July 22, 2007

Annem, ben ve hayat

Babam 35 yaşına kadar hiç kitap okumamış. Bir rus yazarın kitabını okumuş o yaşa kadar, "Çok karmaşık bir kitaptı, yeter o kadar" demiş anneme ve bir daha eline kitap almamış.

Ta ki annemle daha fazla vakit geçirmeye başlayana kadar. Briç ve kahveyi bırakıp eve gelmeye başlayana kadar. İngilizce öğrenmeye karar verene kadar. Kendini geliştirmesi ve değiştirmesi gerektiğini anlayana kadar. Hayatı kadınlardan da dinlemeye karar verene kadar. Babam şu anda 1 konuyu incelerken 3-4 ayrı kitabı okuyan, herşeyin altlarını çizip sağdan soldan araştıran bir okuyucu. Ve daha önemlisi bu okuduklarını annemle, kızıyla, benimle, gelişmeye aç ama bunun farkında olmayanlara paylaşan bir okuyucu ve anlatıcı aynı zamanda. Geleceğin de yazarı.

Annemle hiçbir zaman deliler gibi aşık olmadılar birbirlerine bence. "Ben annen için ölmüyorum, ama onsuz yapamayacağımı çok iyi biliyorum. Yıllar geçtikçe onun ne kadar doğru bir kadın olduğunu öğreniyorum, o uzaktayken onu artık daha çok özlüyorum, onunla daha sık güzel şeyler yapmak istediğimi farkediyorum." demişti bana birkeresinde. Ne kadar güzel değil mi?

Babam dışarıya oldukça kapalı biridir. Yalnızca dikkate değer şeyleri dinler, yalnızca ilgi alanına giren şeyleri görür gibi bir izlenim bırakır genelde dışarıya. Bugün annemle konuşurken aslında bunun böyle olmadığını hissettim. Babamın aslında fevri olmadığını daha iyi anladım. Bana 1 söyleyeceği şeyi 100 kere düşündüğünü, ne kadar çok yutkunduğunu ve içine attığını, bazı geceler benim yüzümden uyumadığını dinledim annemden. Benim için sıkıntıya girdiğini öğrendim. Biri için sıkıntıya girmek, kendi rahatından taviz vermek, yükü başkasına yükleyip kaçıp gitmemek. Yükü paylaşmak. Hatta tüm yükü kendi üstüne almak.

Kaçımız yapabiliyoruz bunu?

Eminim aranızda bunu yapanlar vardır.

Ben yapamıyorum.

Annem diyor ki; "Bazı olaylar ancak zamanla çözülür. Kimsenin kalbi seninkinden büyük değil." Herkezin kalbi belirli bir sıkıntıyı taşıyabilir, kalan dertler paylaşılmalıdır, hatta hepsi paylaşılmalı, sevinçler ve mutluluklar için kalbimizde yer açılmalıdır. Annem haklı.

Yapılan büyük bir olgunluğu ısrar ve egoistlikle karşılayan kişiliğimin daha öğrenmesi gereken çok şey var. Farkında olmak yetmiyor. Kendimi yenilemeyi öğrenmeliyim. İnsanlar birbirlerini tamamlar derler. Bu ancak iki taraf da sabretmeyi biliyorsa olur. Tıpkı annemin sabretmeyi öğrendiği gibi. Sonunda hayat sizin için en güzel halini alabilir. Herşey bizim elimizde. Yaşamak çok güzel. Bakın şu örneğe;

Annem birgün biyerlere kolunu vurup acıttığında "Ah benim güzel kızımın canı mı acıdı?" demiş dedem bütün Hulusi Kentmen edasıyla ve sevecenliğiyle. Annem bunu halen anlatıyor, halen mutlulukla, gözleri gülerek. Tıpkı babamın geçen gün güzel Tubik'ime, Tubik'in ayağında yarabandını görünce, "Benim güzel kızımın ayağını ayakkabı mı vurmuş? :)" dediği gibi.

Ara

Zannediyorum minik bir ara vereceğim... Hepinizi sevgiyle öpüyorum... (Yüreğinize sağlık gibi iğrenç bir laf oldu)...

Sevgiler özetle...

Monday, July 2, 2007

Uykulu saatler

Görev bilinciyle yazmaktayım, ne hayır gelir bilinmez.

Yaklaşık iki haftadır üzerimde garip bir ruh hali ve sessizlik mevcut. Bu durumu en çok yadırgayan ve endişelenen de elbette ki Cenk oluyor. Korkulacak bişey yok. İyiyim, sadece bu aralar elimden başka birşey gelmiyor. İki gündür de koltuğa oturuyorum ve uyuyakalıyorum. Sonra birden uyanıyorum su içiyorum gidiyorum takrar oturuyorum bi bakıyorum hoppp yine uyumuşum.. Amma çok uyudum be!

Bazı arkadaşlarımızın haber vardır. Geçtiğimiz hafta babam aniden rahatsızlandı ve hastaneye kaldırıldı. Cümleyi böyle kurunca akla korkunç şeyler geliyor tabi ister istemez. Ey yüce kelimeler, siz nelere kadirsiniz. Aslında cümle farklı kelimelerle daha az korkutucu ifade edilebilir. "E neden öyle yazmadın o zaman?" derseniz, amacımın günlük yaşantımızda farkında olmadan neleri olabileceğinden iyi, kötü, korkunç, trajik, komik ifade edebileceğimiz ihtimali konusunda sizleri de uyandırmak... Herneyse.. Ne diyorduk?

Evet babam hastaneye kaldırıldı. Ciğerleri hava toplamış. Bir gün yoğun bakımda kaldı. İki gün de servis odasında tutulduktan sonra taburcu oldu.. Eve geldik sohbet muhabbet derken babamın vücut yine error verdi ve hoppalaaaa tekrar hastaneye gittik. Meğer yeniden nüksetmiş.

Olay şu. Aslında durumda ciddi bişey yok. Herkesin başına gelebilecek bir olay. Ciğerleriniz hava topluyor ve on milyon baloncuk yutuyor ve patlıyor bu baloncuklar. Bizdeki durum şu: Babamın ciğerler senelerce sigara içmenin verdiği gazla bu baloncukları sürekli yapabilecek kadar potansiyele sahip olmuş. Zarı incelmiş falan filan. Belki ameliyat olur. O da bademcik ameliyatı gibi bişey. Yani kimse korkmasın.. Babam şu an hastanede ve durumu da gayet iyi. Elinde garip bir alet gün boyu koridorda kendi tabiriyle "tempolu yürüyüş" yapıyor.

Bu yazıdan çıkartılacak sonuç şu;

"Sigara içmeyin!"

"Tubik sen bunu bize diyorsun ama sen ne yapıyorsun?" diye serzenişte bulunabilirsiniz. Anlarım. Benim gibi kalbi sakat ve hala ısrarla sigara içen birine ahkam kesmek hiç yakışmaz. Haklısınız. Fakat zaten tüm aile bireyleri ve Cenk (ki o da artık bir aile bireyi :) ) bu amaç uğrunda başıma üşüşmekte. Söz ben de bırakıcam en kısa zamanda. Sadece babamı hastane avlusunda beklerken gelip duran ambulanslar canımı fazlasıyla sıkıyor. Azalttım zaten. Yakıyorum bir iki nefes çektikten sonra, hastane koridorunda Cenk'le bize 40 sene sigara içtiğini söyleyip "iyi bok yemişim" diyen amca aklıma geliyor ve lanet edip söndürüyorum... Midem bulanmaya başladı.

Yarı esprili yarı sıkıcı bir yazı oldu. Aslında tamamı esprili olsun da içinizi sıkmıyım istedim ama beceremedim galiba. Halimize şükredecek bir rahatsızlıktan dolayı o yolları aşındırsak da her gün o alkol kokusunun içinde olmak zor.. Hem sigarayı bırakın kardeşim işte! Yoksa içiniz benim kararttığımdan da zifiri kararıcak....

Sevgilerimle...

P.S: Hastanede kendimize eğlenecek ve mutlu olacak bir takım şeyler de buluyoruz elbette. Kendinden frenli tekerlekli sandalyeyle babamla koridorda ralli yapmak, karpuz yemek ve Gümüşhane'li Galip Amca'yla konuşmak gibi... Daha neşeli zamanımda resim ve hikayelerle gelirim :)

Mini Blog Kampanyası: "Haydi gençler nargileye, sigara da neymiş?"

Monday, June 25, 2007

Öyle birşeyler işte

Sabah uyandım. Dün gece hiç uyuyamamıştım zaten. Sabahları genelde uyanmamla evden çıkmam arasındaki vakit 20 dakika falan oluyor. O da duş yapıp traş olduğum için. Duşa girdim, kafamı musluğa koyup uyuyakalmadan saliseler önce kendimi uyandırdım tekrardan. Sonda dün tanıştığım çocuklar geldi aklıma, reklamcılar. Sonra bugünlerde Tubik'imi uyandırmamın gerekmediği. Kafamı sabunlarken arabadaki çantada kaç dal sigara kaldığını düşündüm. Duştan çıkarken de az yemek yemem gerektiğini. Sürekli birşey düşünerek vakit ne kadar çabuk geçiyor dimi? Üstümü giyerken bugün eve döndüğümde direk uyumam gerektiğine karar vermiştim. Evden çıkarken de evde ice tea olmamasına kızgındım.

Kaptırmışız kendimizi, gidiyoruz. Kendimize odaklanıyoruz, önceliklerimizi şaşırıyoruz. Etrafımızdakiler unutuyoruz, rutin diyoruz, monotonlaşıyoruz. Yapacak çok şey var aslında, birrr sürü şey. Tubik her zaman öyle der ve çok mutlu olur. "Şu hayatta yapabileceğimiz ne kadar çok şey var! :)" Hadi yahu o zaman uyanalım, etrafınıza bakın, eskiden çok sevip şimdilerde unuttuklarınızı arayın, sorun, öpün. Eskiden yapıp da şimdi hiç yapmadığınız şeyleri deneyin tekrardan. Hayat vallahi akıp gidiyor. Siz de içerisinde kaybolmayın.

Bir de şuna benzer birşey yapın!



Seni seviyorum Tubikiiiiiimmmm!!! :)


Eee... Tabi aynısını yapmayın. :)

Sunday, June 24, 2007

Kilyos


Evet. 3 günlük bir tatildi aslında. Gergin anlar da oldu ama genelde oldukça eğlenceli ve gülücüklerle dolu bir 3 gündü. Önce doğumgünü kutladık, arkadan arkadaşları bizim eve topladık, zira annemler evde yoklardı, ki nerde oldukları tamamen ayrı bir başlık konusu. Evde de içtik, onları yolladık. Uyumaya gittik. Arkadan ilk günkü ekibimizden yine Selinomuzla ve Halil Abi ile buluştuk. Galata'da güzel bir yemekten sonra yine eve içmeye gittik. Sonraa...

Sonra da plaja gittik.

Evet, yaklaşık 3 senedir, daha fazla da olabilir, plaja gitmiyordum, denize girmiyordum. Bunlara nispeten daha alışkın olan Tubik'imin yardımları ile denize girdik. Güneşlendik. Bütün bunlar Kilyos'da bir halk plajında oldu. 3000 kişi vardı kapıdaki adamın dediğine göre. Olsun, yine de güzeldi. Yüzmek ne güzel şeymiş, çok dalga vardı ama çok zevkliydi. Tabi yüzdüğümüz yerin 2 metre önünde Ajdar'ın da yüzüyor olması bize kendimizi oldukça "sosyetik" hissettirdi. Ajdar değişik bir tip gerçekten. Herkez onu kesiyormu diye herkezi kesiyor. :) Ha bir de, oldukça tüylü bir abimiz.

Güneşten bir türlü yanamayan Tubik'im, renk değişikliğini sadece çilleri ile sağlamaya çalışıyor. Yukarılarda bu resmi görebilirsiniz.

Şu aşağılarda da Özgür'ün motorsikleti ile geldiği ve bizimle Moda'da buluştuğu geceden bir resim var. Resim çok güzel ama gece o kadar iyi bitmedi. Özgür'ün motor bozuldu, saatlerce onunla uğraştık, PS2 planlarımızın suya düşmesi bir yana, acaip yoruldu Özgür. Motorsikleti oradan oraya itmek zorunda kaldı. Geçmiş olsun diyorum tekrardan.



Haydi kalın sağlıcakla. Yorumlarda bu ara bir azalma görüyorum. Hiç hoşuma gitmiyor. Ona göre. Akıllı olun.

Friday, June 22, 2007

Doğum günüüüüüüüüümmmm!!!!

Nedir yani??? Bu bilmem kaç binlik yaşı olan dünyada sadece ve sadece 24 sene bulunmuşum ve 25'inci seneye giriş yapmışım... İşe bak.. Dünyanın da bir doğum günü var, benim de var.. Bişey mi? Elbetteki her blogumda yaptığım gibi dönemlik neler yaptım seansı bu yazımda da yer bulacak!

Hehehe!! Şaka şaka hemen korkmayın.. Nasıl sığdırayım ayol 24 seneyi buraya? 3 yaşımda çıkartmış olduğum, yerli yabancı 80'ler pop müziği + türk sanat musıkisi albümüm olan "All the times' Best of Tubik"ten başka iz bırakan bişeyim olmadı henüz. Topladığım hasılat beni 21 sene daha idare etti zaten.. Şimdi yeni arayışlar içindeyim..

Lafı uzatmanın anlamı yok.. Hepinize (onlar kendini biliyor) bu 24 senede bir şekilde hayatıma girdiğiniz, çeşitli anlarımı paylaştığınız, destek olduğunuz, zaman zaman üzüp çok sağlam dersler çıkartarak emin adımlar atmamı sağladığınız, sizlere bakıp kendimi bulmama yardımcı olduğunuz, Cenk'i bulmamı sağladığınız, aileminin değerini anlamama yardımcı olduğunuz ve bu dünyayı yaşamaya değer ve mutlu bir hale büründürdüğünüz için hepinize ayrı ayrı sebeplerden çok ama çok teşekkür ederim. Hepinizi seviyorum....

Aman Tanrım! Çok duygusal bir yazı oldu! Ve ben gözümün etrafındaki yeni çizgilerimle 25 yaşına geldim beaaa!!!!! Böhühühühü, en duygusal kısmı da bu zaten!!!!

Herneyse! Daha kuaföre gidicem....


Özetle;


İyi ki doğdum beeeeeeeeeennnnnnnnnn!!!!!!!!

Thursday, June 21, 2007

Yeni yaş durumları...

Yeni yaşımı karşılamaya hazırlanırken son durumlar şunlar oldu;

- İki gün önce istifa ettim... Şu aralar "Ev kızı 101" dersiyle kendimi geliştirmeye çalışıyorum.

Öğrendim ki güzel pilav için baldo pirinç kullanmak gerekliymiş. Fekat baldo pirinç diğer pirinçlere oranla daha pahalı olduğundan dolma falan gibi pirincin arada kaynadığı yiyeceklere alelade bir pilavlık pirinç de kullanılabilirmiş ekonomik olma açısından.

Ayrıca pazar alışverişinde ne olursa olsun 50 kuruş 25 kuruş demeden pazarlık etmek gerekiyormuş, yapılan hesaplamalara göre bu pazarlık sayesinde eve dönüş yolunda 3 adet de çakma parfüm alınacak kadar para kalabiliyormuş.

İyi karpuz seçerken tok bir ses değil, içeriden kütür kütür ses gelmesi gerekiyormuş.

Sağda solda görülüp de ilgi çeken her tarife aldanmamak lazımmış, zira sosyetik damak zevklerini anlayıp benimsemek güçmüş.

"Ev hanımı profili" diye bir profil gerçekten varmış. Yaz gelince kolsuz atletler, paçası kısa bol pantolonlar, terlikler ve kap kaç korkusundan çapraz asılan çantalar, ensenin biraz üzerinde toplanmış kısacık kuyruklu saçlar ve sade imajlar tam olarak ev hanımı üniformasıymış, üç kilometreden tanınırmış.

Pilava hakiki tavuk suyu koyulacaksa daha bir lezzetli olurmuş ve bire bir buçuk ölçüsü idealmiş. Normal su kullanıldığında ölçü bire iki oranına yükseltilebilirmiş.

En önemlisi de ev hanımı olmak büyük cesaret isteyen, "benim" diyen zilyonluk kariyer sahibi hatunların bile zor başarabileceği, tüm güçlüklere çözüm üretmek durumunda bırakan, sosyallikten bir miktar vazgeçecek, kendini evine, çocuklarına, eşine odaklanarak bir çok fedakarlık yapmak gerektiren, zor meşakkatli ve önemli bir işmiş.


- iş arama sürecine yeniden girdim...

ne kadar bayık, sıkıcı, sinir bozucu bir iş olduğunu yeniden görmüş oldum ve sabırlı olabilmek açısından kendimi sürekli surette avuturken buldum. Ha bu arada hiç de küçük denemeyecek, adını vermeyi uygun görmediğim bir şirketten arandım. Bana kariyer.net'ten yani modern iş ve işçi bulma kurumundan ulaşmışlar. "Satış ve pazarlama müdürü" pozisyonu için görüşmek istiyorlarmış. Dedim ki, " Bir yanlışlık olmasın? Ben mezun olalı 1 sene oluyor ve sadece 8 aydır çalışmaktayım." Arayan kız şu cevabı verdi "Zannetmiyorum, genel müdürümüzle görüştüğünüzde detayları öğrenebilirsiniz." Ben de "iyi" dedim.. Ne diyim, "mahmut" mu diyim?

- Ailenin tüm bireylerine hediye siparişi vermeye çalışıyorum...

Ancak kimse beni kaale almayıp "param yok" diyerekten başından atıyor. Zira koyu Fenerbahçe'li abimin bu düşkünlüğünden faydalanabileceğimi zannedip " Abi beaaa, bana Roberto Carlos forması alsana beaaaa" dedim ama aldığım cavap "hadi ordan len, deli" oldu...

- Şimdi gelelim sana sayın blog okuru...

Doğum günüm hasebiynen seni atlayacağımı zannediyorsan yanılıyorsun.. Sen belki bir Mustafa Koç, belki bir Güler Sabancı bile olabilirsin.. Kim bilebilir ki? Çok bir şey istemiyorum. Firmanızda açılacak olan "Yatış ve Azarlama Müdürlüğü" pozisyonuna talibim. Bu zor ve meşakkatli görev için senden sadece ve sadece 10 milyar maaş istiyorum.. Özel sağlık sigortaları ve senelik izinler dahil tabi. Yok ben yukarıda saydığın isimlerden değilim diyorsan, aşağıdaki listeden faydalanabilirsin... Pastaya üflerken aklımdan çok başka şeyler geçecek olsa da ben burada şimdiden püfff diyorum....

  • SLK 500
  • Mustang siyah
  • Video Kamera
  • Fotoğraf Makinası
  • Sezen Aksu'nun Kanlıca'daki yalısına komşu olan öbür yalı
  • Sezen Aksu'nun evinde şarap, yemek ve müzik keyfi
  • Robbie Williams, U2, Red Hot Chilli Peppers, Jennifer Lopez konserlerine VIP'ten ikişer kişilik bilet.
  • Harvey Nichols'tan 50.000 dolarlık hediye çeki.
  • Karayiplerde bir ay iki kişilik tatil.
  • Play Station 3 (ve gerekli oyunlar)
  • 100 küsür ekran plazma tv.
  • Sınırsız solaryum paketi.
  • Cadde'nin sosyetik kuaförlerinden sınırsız fön, boya, cilt bakımı, manikür, pedikür, cart curt paketi.
  • Yüzbinlerce kitabın bulunduğu bir kütüphane.
  • Accesorize'dan 10.000 YTL'lik hediye çeki. (Ya da siz dükkanın tamamını alın, rahatlayalım)

Dediğim gibi hediye almakta kararsız kalırsanız yukarıdaki listeden faydalanabilirsiniz.. Geri kalan hayallerim için kendi tırnaklarımla kazıyıp elde etmek daha keyifli olacak ;)

Sevgilerimle...

Monday, June 18, 2007

Eskiler güzeldir...

Sevgili blog ahalisi,

Bugün sizleri gönüllerin kainat güzeli, birtanelerin birtanesi, canım annemle, daha doğrusu annemin gençlik halleriyle tanıştırmak istiyorum. Elimde elbette ki bir sürü fotoğraf var ancak bugün sizlerle sadece 3 tanesini paylaşacağım. Bu üç nadide eser de sizleri dumurlardan dumurlara koşturacak potansiyele fazlasıyla sahip zaten. Huzurlarınızda canım annem;


Beni canlı canlı gören şanslı (!) kimselerin içlerinden "insan insana bu kadar benzer mi?" dediğini, ancak bunu derken, "ama, ama garip bir şekilde büyük de bir fark var, nedir yahu?!?" diye serzenişte bulunduğunu duyar gibiyim taaa buralardan. Boşuna güzel zihinlerinizi yormayın ben yardımcı olayım.. Benim annem çok güzel! Hiçbir şekilde mütevazilik yapamayacağım ender konulardan biri.. Annem çok güzel ve aramızdaki en büyük fark bu. Tüm bunları okurken sanmayın ki kendimin çirkin olduğunu iddia ediyorum (hahahahah tabi ki de hayır) sadece ben daha az güzelim...

Evet, benden yeteri kadar nefret edip tiskindiyseniz diğer fotoğraflara geçebiliriz... Annemle ilgili vermem gereken diğer detaylardan biri de zamanında (şimdi pek özenmiyo kendine, özense gönül yazarlar halt eylemişti) inanılmaz zevkli, kaliteli ve şık giyiniyor olması. Gençlik yıllarından kalma birkaç parça kıyafeti var, şimdi o kıyafetleri yaptırmak için servet lazım servet! Annemden kalma, çok iyi bakılmış bu süper ötesi kıyafetleri neden şu an benim değerlendirip giymediğimi soruyorsunuz değil mi? Bacağımdan geçse razıyım, yeterli mi? Fotoğrafta annem ve birbirinden çılgın iki arkadaşı var. Soldaki benim annem olur ve üstündeki kabanı da yıkılmaktadır;




Bununla bitti mi? Elbette hayır. Ortada büyük bir farklılık daha var... O kadar büyük ki, ne kadar büyük olduğunu tahmin bile edemezsiniz (en son ölçtüğümde 110'du). Annem kabul edilemez biçimde ince, minyon ve zarifmiş.. Hala da öyle.. İncecik bir bel, sağlıklı bir cilt, ameliyat hediyesi sevimli göbeği dışında genç kız sanıldığı, saçları benim sevgiliminki gibi erkenden beyazlamış yakışıklı babamı annemin babası zannettikleri çok olmuş. İşin kötü tarafı annem üçüncü ve sonuncu çocuğu "ben"i doğurduktan sonra 47 kiloymuş (benim en son ilkokul 5'te görebildiğim bir rakamdır bu). En nihayetinde bunun unutulmaz bir örneği, meslek lisesinde kendi diktiği kıyafetini dayılarımdan gizlenerek tanıtmakta olduğu okul defilesindendir ve aşağıda huzurlarınıza sunulmaktadır;




Kate Moss'lara Kylie Minouge'lara taş çıkartacak bu dünyalar güzeli annemin en önemli özelliği ise onu daha da güzelleştirenin "anne" olması, "o"nun gibi bir anne olmasıdır. O, bana göre içiyle dışıyla, yer yüzündeki en güzel annedir ve benim en kıymetlimdir...

Friday, June 15, 2007

Cenk yokken..

Daha önceki yazımda da belirttiğim gibi bu aralar yazacak çok şey var, fakat yazabileceğim hiçbirşey yok.. Aslında son dört gündür biraz daha rahatladığımı söyleyebilirim. Cenk'in gidişi ve Dusseldorf'taki fuardan dolayı patronun da olmayışı sebebiyle izole ve boş bir fırsat buldum ve kafa tatili yaptım diyebiliriz. Hiçbirşey düşünmeden koy poposuna diyerek takıldım 4 gün. Ama çözüm bu mu? Tabiki değil.. Cenk gelsin vakit kaybetmeden onu da kendimi de darlarım yine :)

Evet.. Çok sevgili birtanem Cenk bugün gece saatlerinde yeniden İstanbul'da olacak ve ben de kendisini yarın göreceğim. Çok özledim, çok sıkıldım o burada yokken. Bir sürü şey yapacağıma dair kendime söz vermiş olsam da tasarladıklarımın büyük bir kısmı yapılamadı. Olsun. Yakın zamanda yeterince boş vaktim olacağa benziyor zaten.

Ancak bomboş da oturmadım elbette;

- Koccaman bir dergi aldım ve onu okudum.
- Annemlerle vakit geçirdim.
- Yemek yapmaya çalıştım (4 saat sürdü) beceremedim. Berbat şeyler ortaya çıktı.
- Kitap okudum.
- Ne zamandır hiç vakit ayıramadığım itüsözlük'e takıldım bol bol.
- Uzun zamandır yapmadığım kadar çok msn kullandım.
- TV seyrettim.
- Uyudum..
- İki iş başvurusu daha yaptım (inşallah sonuç çıkar).
- Cenki özledim.

Yapamadıklarımsa şunlar oldu;

- Nargileye gidemedim.
- İzlenmek için sıraya girmiş filmlere bakamadım (belki bu akşam donnie darko olabilir).
- Kendimle ilgili düşünüp karar vermem gereken, ortaya çıkartmam gereken hiçbirşeyi düşünemedim.
- Uyumuş olsam da uykumu alamadım.
- Odamı toplayamadım (ne zaman başarıyorum ki).
- Patronla konuşamadım.
- Arkadaşlarımı göremedim (aslında bunu biraz da tercih etmedim).
- Asuman'a su vermedim (önceki girilerimden kendisini hatırlarsınız).
- Yaptığım tatlıyı yiyemedim (gerçekten çok çirkin bişey oldu).
- Tasarladığım konularıblog haline yine ve yine getiremedim :( (böyle boş şeyler yazmaktan mutluluk duymuyorum).
- İş bulamadım :)


Durumlar böyle. Mesai bitimine daha bir saat var. Bugün geçmek bilmedi. Rüyamda saçlarımı Beckham modeli yaptırıyodum. Ama yapan adam gerçekten minik serçe Sezen Aksu'ya benzetiyodu beni Beckham'dan ziyade. Aynı zamanda Cenk ve Aykut devremin askerlik koğuşlarına giriyodum gizlice. Komutanlar beni farketmiyodu. Kantinmiş, lokalmiş, hepsini görüyodum. Garip bir rüyaydı.

Daha fazla gereksiz detayla canınızı sıkmadan bugünkü süremin sonuna geliyim artık.. Hepinizi öpüyorum.

P.S: Beckham saçı benim için her zaman rüya olmuştur ama cesaretim olmamıştır. Uçlar sarı ve dağınık, dik dik.. Süper..

Wednesday, June 13, 2007

Gezi Raporu

Kayseri

Çok güzel bir yer. Yanımızdaki Alaman burayı Türkiye'nin Switzerland'ı olarak değerlendirdi. Oldukça tuhaf bir yorum olmasına rağmen, sanayi bölgesi olan kısmını atarsanız, ufak evler, ufak sokaklar, bol yeşillik ve etraftaki tepeleri karlı dağlarla adamın neredeyse haklı olduğunu söyleyebilirim. Bu arada kaldığımız otel Kayseri Hilton'dan sonra 2. sırada bulunan yörenin en iyi oteliydi... Dediler ama berbattı. Yataklar nem kokuyordu, içerisi daha bir tuhaf kokuyordu, ucuzdu ama çok eskiydi. Duş benim kilo almadan evvelki arka tarafım büyüklüğündeydi falan. Neyse. Kayseri'de süper bir yerde yemek yedik bu arada. Tepede, 200 derece civarı bir bakış açısı olan ve bütün Kayseri'yi gören süper bir yerdi, Elit Restaurant'tı hatta adı. Gidin valla, içki de satan nadir restoranlardan biri.

Ankara

Evet, gitmeyen yok. Biz orda Radisson SAS'da kaldık, eski stad otel, stadın hemen ordaki, eski TBMM'ye yakın, Ulus civarında. Muhteşem bir oteldi. Hakkaten. Adamlar poşet içerisinde yedek yastık bile koymuşlar. Sonra gece canım sıkıldı. Dayımları aradım. Saolsun hemencecik beni aldı. Evde yemek falan yedim. Biraz fener - galatasaray muhabbeti yaptık. Sonra döndük. Ve deli gibi uyudum. 10 saat falan. İyi geldi. Bu arada protokol yolu denen ve Farabi'ye giden yer artık sadece aşağıya iniş haline gelmiş. Dolayısıyla o Ayrancı'ya çıkan yerden dolanmanız gerekiyor. Çok da umrunuzda dimi?

Bursa

Yolda yediğimiz İnegöl köftesi ile beraber 5 saatte geldik. 1 kere çevrildik. Bütün yolu 100 km/h hızla geldik ondan sonra. Çünkü adamlar her yere radar koymuşlar. Bozöyük'ten sonrası ızdıraptı. Neyse. Sonunda vardık. Şu anda Kervansaray'dayım. Bu da baya güzel bir otel. Bulunduğum katta termal havuz bile var. Girmicem merak etmeyin.

Ha bu arada yemek yediğimiz yer Orhan diye bir yerdi. Süper İnegöl köftesi ve Piyaz yedik. İnegölden çıkar çıkmaz 1 km falan sonra. Kaçırırsanız ilerden U yapabilirsiniz. Nerden mi biliyorum? Yok canım, nerden bilcem, öyledir herhalde. :)


Önümde daha Denizli var. Oraya gidip İstanbul'a döneceğiz. Uf, zor olacak. Ama hemen çok özlediğim şehrime ve Tubik'ime kavuşacağım. Hepinizi özledim, bu arada Selo izne gelmiş. Haberiniz olsun. Arayın, sorun. Haydi selametle.