Tuesday, March 31, 2009

Bana göre Beyoğlu - 2

Blogspot'a söz geçmiyor dedim ya işte örneği. Bazı resimler yüklenmemiş. Ben de o kadar uğraşmışım, bırakır mıyım koymadan?


Bu arkadaşlar sokak tiyatrosu gibi bişey yapıyolardı. Sağdaki maskeli olan birçeyler anlatıyordu şimdi hatırlamadığım. Soldaki maskesiz ise tam konuya dahil oldu ki rap yapmak üzere olduklarını anladık. Enteresan bir gösteriyi orada bırakıp gittik.



Bir diğer İstiklal kedisi.. Galatasaray Lisesi'nin duvarlarını yatak yapmış uyukluyordu. Benim hadsiz şipşaklarımda uyanıverdi. Cenk yüzünü yaşlı bir teyzeye benzetti..


Bu da bir ironi resmi. Önde İKSV'nin film festivali brandası, arkada dev boyutta Recep İvedik-2 afişi..


Bu aşağıdaki resmin öyküsü bir parça tuhaf.. Solda gördüğünü şapkalı ve sırt çantalı çocuk saatlerce "Siya Siya Band'in yeni albümü çıktı, popüler müzikten sıkılanlara Siya Siya Band albümleri!!" diya bağırdı. O sırada Starbucks'ta kahve içiyorduk biz. Sonra kameralı bir çocuk geldi ve enteresan bulmuş olsa gerek bağıran çocukla mini bir röportaj gerçekleştirdi. Bir süre kameraya aldı. Sonra helalleştiler ve kameralı olan gitti. En sağda duran sarı kazaklı adam ise anahaber bültenlerinde muhabirin dibinde durup kameraya bakarken cep telefonuyla tüm sülaleye haber verenlerden. Konu ile alakası yok ama muhabbete girişi efsane..

Starbucks'tan çıktıktan sonra istikamet mecburi Siya Siya Band'ci çocuğun önünden geçiyor. Sorduk nedir bu diye.. Bazen doğaçlama bazen de eski çınarların müziklerini yeniden yorumlama şeklinde vuku bulan bir müzik tarzları var. Tabi biz bunu çocuğun bize verdiği (Biri 15 TL mi dedi?) 9 albümlük CD'den anladık. Bence gayet başarılılar. İsyankarlıkları pek bana yakın olmasa da müzikleri gerçekten güzel ve o Siya Siya Band'ci çocuğun vokali de gayet başarılı.. Bir gün yürürken siz de karşılaşırsanız alın. Birşey kaybetmezsiniz. Detaylı bilgi almak isterseniz de buraya tıklayabilirsiniz. Yalnız bizim aldığımız CD'de Band yazıyo, internet sitelerinde Bend yazıyo orayı tam anlayamadım..


Bir de hareket eden tramvayı çekebilme denemesi yaptım. Yaklaştığım söylenebilir ancak yakaladığım söylenemez..



Böyle de güzel ve renkli bir geziydi işte. "Keşke her günüm böyle geçse" dedim günün sonunda. Sonra da aklıma "insan ne isteyeceğini iyi düşünmeli " adlı bana ait atasözü geldi.

Bana göre Beyoğlu

Madem hastayım, evde boğaz burun tıkalı, öksürükler içinde oturuyorum, öksürük arası resim-blog aksiyonu yapayım dedim, zira bu saatte hiçbir kadın programını içim almıyor.


Pazar günü oylarımızı kullandık, öğleden sonra kendimizi Beyoğlu'na attık. Bu esnada o kadar da hasta değildim, akşama acısı çıktı tabi bu gezintinin. Ama güzeldi, çok güzeldi. Amaç Cenk'e gitar bakmaktı, ben de gitar ve kalan herşey dahil baktım ve keyfini çıkarttım diyebilirim. Acemi hevesiyle her gördüğümü de şipşakladım. Siz de buyrun buradan yakınız...




Cenk benim içimdeki herşeyi şipşaklama isteğimi fark eder etmez hızlı adımlarla tünele geçiş yaptı. Eh heyecanlıydı ve vakit geçsin müzik dükkanları kapansın istemiyordu.. Aşağıda arkasına bakmadan yürüyen kişi kendisidir.



Cenk gitarlara, ben içindeki asi mart müzisyenini dizginleyemeyen kedilere odaklandım..



Bayılırım düzgün çizilmiş, karalama olmayan, içeriği olan duvar resimlerine..

Hımmm Santana'dan hallice Cenk'i görüyorsunuz aşağıda..



Ara sokakların eksik olmaz bol ilanlı duvarları...



Bu da bayıldığım bol köpüklü orta şekerli Türk kahvesi.. Beyoğlu gezisi sonrasında Tophane'ye gittik ve blogumuzun başlığına yakışacak şekilde nargile hüpletti Cenk. Bu resim oradan..


Sonrasında baktım ki benim burun boğaz kulak üçlüsü senfoni vermeye başladı, ben de kendimi ada çayına adayıverdim seve seve..

Seçim sonuçları hararetle takip edildi. Beyoğlu'nun son dakikada, tam da elektriklerin kesildiği, sistemin çöktüğü sıralarda el değiştirmesini izledik an be an. Bir parça kederlendik Cenk'in yüzüne yansıdığı gibi.

Bu resimler araya karışmış, İstiklal Caddesinin resimlerinin orada olması gerekiyorlardı ancak blogspot'a söz geçmiyor her zaman. Aşağıdaki abi günün ganimetlerini toplarken bir şemsiye bulmuş ve onunla oynuyordu. İşe yarar durumda olduğunu farkettiğindeki sevinci görülmeye değerdi..



Sonrasında derlendi toplandı, kimbilir neredeki evine doğru yola çıktı..

Taksime çıkışın en keyifli yolu; Tünel.



Ben kendimi Tophane sıcaklığında kitap okumaya verdim..



Daha önce okuduğumu ancak konusunu hatırlamadığımı sanarak aldığım Peyami Safa'nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nu okudum. Anladım ki bir kere okununca unutmak mümkün olmaz. Ben okumamışım bu yaşa kadar ve çok ayıp etmişim. Oracıkta bitiverdi, hayatımda okuduğum en güzel romanlardan biri olarak içime yerleşti.



Bir iki minik alıntı resmi koymak istedim. O tasvirleri, o hislerin aktarılışı... Defalarca saygı duydum Peyami Safa'ya. Kısacık, sadecik, ama dopdolu..



"yuksek,ciplak,mavi,dumduz,dimdik duvarlar.
gozumun hicbir gorus kosesi yok ki icine bir duvar parcasi girmesin. hep ve yalniz onlari goruyorum. onlardan kacan gozlerim onlarla karsilasiyor.
bakildikca uzuyorlar, yukseliyorlar; sertlesiyor ve korkak,yumusak bakislarima kaskati carpiyorlar,gozlerimi ezecekler. basim dondu.
deniz gibi yayiliyor ve beni cevreliyorlar. serinliklerini hissediyorum. denizde, ciplak vucudumu saran dalgalarin birdenbire tas kesilmeleri gibi , duvarlari giyiyorum.
hic kimildamiyorlar.

...

onlarla mucadele ederek vakit geciriyoru, fakat onlar donmus avuclariyle zamani da yakaliyorlar, durduruyorlar ve hayatimin serbest akisina mani oluyorlar.
kanim soguyor ve kirecleniyorum. "

Not: Yazılı alıntı için ekşisözlükten yararlanılmıştır..

Friday, March 27, 2009

Turkcell'de son durum

Birkaç telefon görüşmesinden sonra bu işle baş edemeyeceğimi, baş edebilsem de sonunda sinir krizi geçireceğimi anlamamla birlikte "pes" telefonu açarak internet bağlantımı kapattırdım. Çünkü adam en son GPRS üzerinden bağlandığımı söyledi. (I-Phone'la?)

En azından bundan sonrası için rahatım..

Thursday, March 26, 2009

Turkcell'le bağlan kazığa


Normalde faturalarının detaylarına bakan bir tip değilimdir. Çünkü her ne kadar kadın cinsiyetine mensup olsam da alışveriş esnasında ya da telefonla konuşurken kendimi kolay kolay kaybetmem. Bu sebeple de ay sonlarında büyük bir sürprizle karşılaşmadığım için de gelen kredi kartı ekstrelerini ya da telefon faturalarını sorgulamadan öderim. Ta ki bu haftaya kadar.


Normalde maksimum 40-50 TL gelen cep telefonu faturam iki aydır beklemediğim rakamlarda gelince durumdan bir parça huzursuzluk duydum. Bağlı olduğum tarifenin avantajlı olmaması düşüncesiyle bilene danışalım diye Turkcell Abone Merkezi'ne gidip tarifelere baktım. Ancak herhangi birine de karar veremediğimden tarifemi değiştirmedim.


Faturalar hala adres değişikliğimi bildirmediğimden annemlere gidiyor ve geçen gün yemeğe gittiğimizde annemin bir kenara ayırdığı faturalarımı aldım. Turkcell faturalarımla ilgili iki aylık endişemden ötürü geçen ayın fatura detaylarını incelemeye koyuldum ve tuhaf birşey farkettim. "Bilgisayardan internet" adı altında benden birtakım ücretler kesilmiş. Bakıldığında tutar çok değil, 10 TL ancak garip olan şu ki ben telefonumdan internete bağlanamıyorum.


Kullandığım telefon I-Phone ancak eski modeli, yani Türkiye'ye ve Turkcell'e uyumu olmayan, uyum göstermesi için yazılımının kırılması gereken bir telefon. Bu yazılım kırılırken de biz bu telefonun Edge (operatör üzerinden internete bağlanabilme zımbırtısı) ayarlarını yaptırmadığımızdan, benim wireless olmayan biryerde interneti kullanmam mümkün değil.


Aradım Turkcell'i. Amacım, farkında olmadan bilmediğim birşey mi yapıyorum, öğrenmek ve önlem almak. Sağolsunlar yardımcı oldular(!). Önce müşteri temsilcisi kız bana "Evet bağlanmışsınız, bu ücretler ondan kesilmiş" dedi. Sonra beni I-Phone Servis yardımına bağladılar ki böyle bir birimin olması da oldukça ilginç. Telefondaki I-Phone servis yetkilisine durumu izah ettim. 1 saatlik konuşmanın detayını burada anlatmayacağım elbette ama görevlinin önerileri ve verdiği bilgilerden birkaçı şöyle :


Servis Görevlisi : Sizin internet kullanımınız açık

Ben : Evet ?

S.G: Bu durumda internete girebiliyorsunuz.

Ben: Evet ?

S.G : Şimdi biliyosunuz I-Phone dokunmatik bir telefon olduğu için en ufak bir temasınızda farkında olmadan internete bağlanabilirsiniz!

Ben : Hadi ya?

S.G: (Atomu keşfetmişçesine) Evet

Ben : Beyefendi. ( Defalarca anlatmış olmama rağmen, sabrımı koruyorum) Şimdi ben Edge ayarlarım yapılmış olmadığından farkında olarak bile internete bağlanamıyorum, farkında olmadan nasıl bağlanabilirim?

S.G : İnternet kullanımınız açık olduğu için bağlanabilirsiniz.

Ben : Evet ama benim kullandığım makina bağlanamıyor!

S.G : Peki siz MMS (görüntülü mesaj) gönderebiliyor musunuz?

Ben : Siz I- Phone servisi olduğunuza emin misiniz?

S.G : Evet neden?

Ben : I-Phone'un MMS özelliği yok da ondan.

S.G : Hımm peki ben size talep formu doldurayım o zaman.

Ben : Neyin talebi

S.G : İnternete bağlanmış mısınız onun şikayeti

Ben : Ben şikayet etmek istemiyorum, ben sadece Edge dışında yanlışlıkla Turkcell üzerinden bağlanabileceğim bir etken olabilir mi onu öğrenmek istiyorum.

S.G : Bizim böyle bir hizmetimiz yok. Nereye ne şekilde bağlandığınızı göremeyiz.

Ben : Gece kaçta yattığımı bile biliyosunuz size kim nereden girmiş çıkmış göremiyo musunuz?

S.G : Ben bi talep formu oluşturayım, arkadaşlar size konu ile ilgili geri dönüş yapsınlar.

Ben : (1 saatin ardından, yorgun ve sinirli) Peki..



Ertesi gün akşama doğru Turkcell'den geri dönüş geldi elbette. Sonuçta Türkiye'nin en büyük firmalarından biri ve müşteri memnuniyeti son derece ön planda. Ancak o arkadaşların konu ile ilgili geri dönüşü şu şekilde oldu :


" Değerli müşterimiz,

23.03.09 tarihli başvurunuza ilişkin bilgi verebilmemiz için 444 0 532 'den Turkcell Müşteri Hizmetlerini aramanızı rica ederiz. Turkcell?"


Sondaki soru işareti de dahil olmak üzere noktasına virgülüne dokunmadan bana gelen geri dönüşü sizlere aktarmış bulunmaktayım. Noktasına virgülüne diyorum çünkü SMS geri dönüşü oldu ve ben Turkcell'i arayıp şikayetimle ilgili bilgi almak için para vericem?


Daha da Davos'a gelmem diye cevap verecektim ama seviyemi bozmıyım dedim..

Monday, March 23, 2009

Biraz benden, biraz kendime...

- Bazen İstanbul'a taşınmadan önceki evimize dönmek istiyorum. Aşağı katta annemlerin varlığını hissedip, üst katta terasın olduğu küçük salonda camdan kapının önüne bağdaş kurup sadece denize vuran ay ışığının aydınlığında Sezen Aksu dinleyerek şarap içmeyi.

- Bazı şeyleri hoşgöremiyorum. Mesela insanların kendilerini bilmemesini, kendilerini bilmeden çok akıllı zannetmelerini ve etrafındakileri aptal yerine koymalarını.

- Haksızlığa tahammül edemiyorum. Böyle birşey başıma geldiğinde -küçük ya da büyük- sanki beynimde bir sinir atıyor. Ateş basıyor.

- Çok sabrediyorum. Gereğinden çok. Bazen kendime zarar verecek kadar çok.

- Küsünce ya da sinirlenince sadece susabiliyorum. Ne bağırıyorum, ne bir laf ediyorum, sadece susuyorum. İçime atıyorum. "Yazık bana" diye demiyorum. Kendime kızdığımdan diyorum. Atsam içimden, bazıları gibi rahat olup içimden geçeni söyleyebilsem, konuşmadan önce 10 değil bir düşünsem. (Cenk için böyle değil Allah'tan bu durum)

- Kibarım galiba biraz. Kibar demeyelim de fazla hassas diyelim. Kim ne diyecek, ne düşünecek, kırılacak mı, üzülecek mi, şöyle mi olacak böyle mi olacak. Çok fazla irdeliyorum. Sonra karşımdaki aynı hassasiyeti başka bir durumda bana göstermezse mazlum mazlum üzülüyorum kendi kendime.

- Artık kolay kolay arkadaş sayamıyorum herkesi. Güvenemiyorum. Bu iyi oldu aslında, kendi kendime bir koruma duvarı koymuş oldum. Ama yine de, ne bileyim işte.

- Kitapları çok seviyorum. Kitapları, okumayı sevdiğimden bile daha çok seviyorum. Kitap almadan önce kokluyorum. Güzel kokan kitap güzel oluyor. Artık kokusuna göre ayırabiliyorum. Ama artık eskisi kadar çok okuyamıyorum ve buna gerçekten çok üzülüyorum.

- Yazı yazmayı hayal ediyorum, daha doğrusu yazabilmeyi. Belki ileride bir kitabım, ve kitapla ilgili verdiğim bir röportajım olur, kim bilir?

- Ne alakaysa mühendis olmuşum. Hiç bana göre değilmiş. Soyut şeyler daha fazla ilgimi çekiyor. Yaratıcı olduğum söylenemez ama yaratmak ve birilerinin yarattıkları fazlasıyla ilgimi çekiyor.

- Maymun iştahlıyım. Annem söylerdi de kabul etmezdim. Zaten gün geçtikçe anneme benziyorum. Bir gün heves ettiğim ertesi gün ilgimi çekmeyebiliyor. Ama bazı şeyler var ki, yakasına yapışırım bırakmam.

- Hırs denen şeyden dağıtılırken ben muhtemelen kumsalda hayal kuruyordum, kaçırmışım. Hırs kavramını bir türlü algılayamıyorum.

- Dakik değilim. Hem de hiç.

- Gerekli gereksiz düşünüyorum. O kadar çok ve o kadar alakasız şeyleri sırayla düşünme potansiyeline sahibim ki sürekli esas konuyu unutabilirim, o an yapmam gereken işi 3 saat sonra yapabilirim. Oturduğum yerden babanneler gibi düşünebilirim.

- Arabada giderken, ben kullanmıyorsam (ki bunu kullanmadığım sırada yapmam sanırım daha iyi) sürekli kafam camdadır. Gördüğüm tüm tabelaları okurum. Bakkal, manav, ozalitçi, banka, trafik tabelaları, dilencilerin önündeki kağıtlar, belediyelerin branda afişleri... Sanırım bu sayede görüntü hafızam gelişmiştir. Cenk arabada giderken dışarı bakmamdan kendine küstüğüm sonucunu çıkartsa da hoşuma gider.

- Alışveriş yapmayı severim ama çok sık yapmam :)

- Müzik zevkime güvenirim. Kulağım da iyidir. 3 yaşında "Kadere bak" isimli bir albüm çıkarttım. Bir tane sattı..

- Bencil insanlardan nefret ederim. Onları olduğu gibi de kabul edemem. Ben hoşlanmadığım karakterde kişileri kabul etmemeyi tercih ediyorum sanırım. Değiştiremeyeceğime göre tek alternatif reddetmek.

- Serdar Ortaç'tanhiç hoşlanmam. O kadar hoşlanmam ki düğünümüzde DJ'e verdiğim tek talimat Serdar Ortaç çalmaması oldu. Kendisi ile ilgili değişik fantezilerim var. Kaşlarını ağdayla almak, saçlarını cımbızla çekmek falan gibi.

- Hayvan severim. Kedi beslerim ama asıl idealim penguen beslemektir. Penguenlere karşı özel bir sempatim var.

- Aşırı ama aşırı unutkanım. Ciddi boyutlarda konsantrasyon problemim vardır.

- Miskinimdir. Uyumak hobimdir. Her fırsatta uğraşırım. Fantastik rüyalar görüp, ertesi gün devam edebilirim.

- Çocukluğum erkek fatma olarak geçti ama son kulvarda toparladığım söylenebilir.

- İhtiyarları çok severim. Ama teyze fobim vardır. Büyük göğüslerini sağa sola çarpan, minibüse "pissssmi" diye binen teyzelerden çok korkarım. 3 saniye içinde muhabbete girebilen teyzelerden de çok korkarım. Ama bazıları çok şeker çıkar, hastası olurum.

- Tekila içmeyi çok severim ama Cenk beni pek sevmez böyle durumlarda. Sarhoş olunca neşelendiğim az olur ama hep neşelenme umuduyla içerim :)

- Gönül dostu, yüreğine sağlık, emeğine sağlık, keyifli, elektrik (ne manada kullanıldığını tahmin edersiniz), yaşanmışlık (Okan Bayülgen de yasaklamış, çok mutlu oldum) sözlerinden NEFRET ederim.

- Uzun süre basketbol oynadım ama hiç başarılı olamadım. Zaten artık eskisi kadar ilgimi de çekmiyor.

- Küçükken kendi kendime dergi hazırlardım. Bir tane satardı.

- Empati yeteneğim iyidir. Ama gereksiz zamanlarda kullanırım. Hiç işime yaradığı görülmemiştir.

- Kişisel gelişim kitaplarından haz etmem.

- Adaçayı severim.

- Kendini ben böyleyim ben şöyleyim diye anlatan insanlardan hiç hoşlanmam. Etraf bu insanlarla doludur. " E bu ne perhiz bu ne lahana turşusu" demeyin. İki saattir kendimi anlatıyorum ama sanırım ihtiyacım vardı. Galba kendimi kendime kabul ettirmeye ihtiyacım vardı ve rahatladım. "E git evinde yap blogda niye yapıyosun?" derseniz de haklısınız derim ama artık çok geç.. Anlattım bitti :)

Friday, March 20, 2009

Akşama ne yesem?

Hımmm.. Acaba bunu mu yesemmmm?




Yoksa bunu mu??

Belki de bunu??

Yoksa kurabiye kokusunda uyuyan kediyi mi?..

Hımmmm... Yum yum yummm..

Thursday, March 19, 2009

Far Beyond the Sun

Aşağıda bir Brezilyalı kardeşimi izleyeceksiniz. İsmi Gustavo Guerra. Evet evet, kendisi gitarist. Sepultura'dan bu yana Brezilya'dan gördüğüm en büyük müzik olayı bu adam. Şöyle video paylaşım sitelerinde bir ararsanız kendisinin kendi çapında meşhur olduğunu görürsünüz. Ben de kendisini blog aleminde meşhur edeyim dedim.

Aşağıda Gustavo, hepimizin (ya da bir kısmımızın) bildiği Malmsteen'in 1984 yapımı "Rising Force" albümünden "Far beyond the sun"'u çalıyor. Ama hakkını veriyor. Bu şarkıyı çalıp internete koyan insan sayısı epey bir fazla, ama bu kadeşimiz hiç artistliğe girmeden, sıçıp sıvamadan harika bir performans gösteriyor. Genelde bu şarkıyı çalan adamlar böyle sanki Malmsteen de kimmiş havasına girdikleri için artistlikten şarkının içine ederler. Böyle garip garip ara notalar, gereksiz ileri geri oynamalar, tuhaf tremolo kolu abanmaları falan. Şarkı normal halinden çıkar başka birşey olur.

Bu arada ufak bir not, ben bu şarkıyı kaç defa çalacam diye gitarın ve tabların başına oturup beceremeyip kalktığımı size anlatamam. :)

Hadi iyi seyirler.

Wednesday, March 18, 2009

U2 Konseri - Wall E - Blogger Poardiii

Daha önceki yazımda belirtmiştim hatırlarsınız.. U2-3D konser keyfi gelecekti Cinebonus'lara.. Tanya'dan geçen cuma gideceklerine dair bir not gelince, biz de hemen fırlayıp biletleri aldık ve konsere iştirak ettik. Tek kelimeyle süperdi! Bono burnumuzun dibinde, Edge dibimizde.. Allahım şaka gibiydi.. Bu konseri böyle izledikten sonra turnelerinden bir konsere yer ayarlamak farz oldu.. Tanya nasıl Ersin Abi'ye "Sevgili, beni Bono'ya götür" diye isyan ediyorsa, ben de Cenk'e aynı isyanları yapıyorum ve 14 Ağustos'taki Londra konserlerine gidebilmek için adeta yalvarıyorum :) Muhakkak gidin. Müthiş bir sahne şovu izleyeceksiniz, Bono ve şarkılar da yanında bayram ikramiyesi olacak.


Geçtiğimiz pazartesi ( 2 gün önce) sevgili sevgilim Cenk ile Wall-E'yi izledik. Evet biraz geç kalmış olabiliriz okur, tepki verme hemen. Çok güzeldi. Hem grafikler (gerçek gibiydi), hem senaryo, hem müzikler.. Çok eğlenceli çok sempatik çok şahane pek güzel.... Öhömm.. İzlemeyen varsa izlesin!


Bu bir blogger parti anonsudur! Her seferinde kafam şahane olduğu için kimsenin mail adresini toparlayamıyorum adam gibi.. Profilleri kestim ama kimsenin profilinde de mail adresi yok.. Buradan sesleniyorum.. Tanyakuş, Ersin Abi, Tubiş ve sevgili eşi Koray, Esra'cık, Özlem'cik, Şebooo, onsuz olmaz deli SED, Zeya... Hepinizi bu Cuma bekliyoruz.. İşiniz olmasın, gelin, özledik!

Friday, March 13, 2009

Bilim, siyaset, cehalet ve körlük

Aşağıda okuyacağınız yazının başlığını yukarıda ben uydurdum. Ancak yazı bana değil, ilk işimde tanıdığım ve ilk iş arkadaşım olan, her zaman tecrübesiyle beni bilgilendirmeye gayret eden, çok değerli bir abime ait. Birçok konuda görüşlerimiz aynı paralelde gitmiştir ve dürüstlüğüyle, çalışkanlığıyla benim için hep iyi bir örnek teşkil etmiştir. İznini istedim, paylaşmamda sakınca görmedi.. Kendisine teşekkür ederim..


"Bilmek, araştırmak, öğrenmek, tartışmak, keşfetmek, şüphelenmek, sormak...
İslam dünyası bu kavramları tarihin bir döneminde kaybetti ya da siyasi nedenlerle çöpe attı. Kolayına geldi bu kavramları atmak. Oysa bu dönem öncesinde bilimin ve bilginin yıldızı doğudan parlardı.

Politik çıkarlar, insanları bir kabın içine koyarak koyun gibi yaşatmak, sorgulanmamak, yargılanmamak, hesap vermemek gibi adi emellerle tüm doğu kültürünü yozlaştırmak yapılabilecek bir şey mi? Evet, islam dünyasının insanımsı yöneticileri, önderleri bunu feda edebildiler. Emevilerle başlayan bu yol ve yöntem günümüzde daha da yozlaşarak insanlık ve akıl dışı bir nitelik kazanmıştır.

Maymunlarla karşılaştırdığımda, maymunları bu insanımsılardan daha yakın görüyorum açıkçası kendime. En azından % 95 gibi bir gen benzerliğim var diyorum kendi kendime.

Hiç bilim okumayan, bilimle ilgili bir merakı ve ilgisi olmayan, bilim denen şeyden bir haber olan güruhun bilimsel bir teori için yorum getirmeleri akıl alır bişi değil. Bu, hayatında hiç deniz görmemiş, denize girmemiş, deniz yolculuğu yapmamış birinin denizcilikten söz etmesi ile aynı şey.

Cehalet o seviyeye gelmiş ki; Darvin Yahudi idi diyorlar. Darvin Marslı olsa ne olur, bilimsel teorinin niteliği mi değişir? Ben insanlığın binlerce yıllık kültür mirası sonucunda geldiği bu hilkat garibesi durumu anlayamıyorum, nasıl oldu da bu insanlar bu hale geldi? Nasıl bir hata yapıldı? Bu kadarını başarmak tesadüf olamaz çünkü.

Neden bu teoriyi bu kadar kendi kapsamınızda hissediyorsunuz? Bu sizin gibilerle hiç ilgisi olmayan bir alan. Sizin dışınızda ve akıl kapasitenizin çok üstünde bir boyut.

Geçen yazımda da söyledim. Engizisyon rahiplerinin trajedisini okusaydınız bugün böyle olmazdınız. Ne oldu? İstediğiniz kadar yakın veya kesin insanları. Reddedin teorileri. Ama bilim yolunda yürür kimse engel olamaz buna. Yürüdükçe de büyür. Öyle büyür ki sonunda sizi engizisyon rahipleri kadar komik ve aptal durumuna düşürür, maskaraya çevirir.

Ne demiştik; insan beyninin korteks tabakasını çıkartın, ne göreceksiniz? Tabii ki bir hayvan. Yani insanın %3-5 gibi bir parçasını çıkartırsanız bir maymun veya bir ayı olursunuz. Yapın görün. Aslında sizin gibiler zaten kortekslerini kullanmadıkları için bir farkınız kalmıyor sevimli dostlarımızla.

Galileo’yu yaktınız, ne oldu dünya düz mü oldu? İşte bilimsel bir teoriyi sizin reddetmeniz de onu hiç etkilemeyecektir. Gen teknolojilerindeki gelişme, evrim teorisi ile ilgili sırları teker teker çözüyor. Fosilleri aramayın boşuna. Yakında bilim, insanla ortaya çıkan ve biolojik evrimin bir üst aşaması olan akılsal, düşünsel ve zeka düzeylerindeki yeni evrim sayesinde biyolojik evrimi yönlendirebilecek ve kontrol altına da alabilecektir. Gen şifreleri oynayarak insanı daha sağlıklı bir yapıya kavuşturacaktır akıl. Ya da hiç gübre kullanmadan gelişebilen değişik bitkiler ortaya çıkacaktır. Bu teknolojiler farklı gezegenlerde ve uzayda yaşama, tarım yapma olanaklarını da birlikte getirecektir. İnsanlık bilim ile yükselecek ve belki de binlerce yıl sonra da olsa bilim bizi yaratıcımıza ulaştıracaktır. Bilgi birikimi öyle bir düzeye getirecektir ki bilim, bugün insanoğlunun aklının alamayacağı bir boyutta evrene hükmedecektir. Ve geçmişe baktıklarında bugün bizlerin engizisyon rahiplerine güldüğümüz gibi güleceklerdir ve diyeceklerdir ki " 4000 yıl önce insanlar akıl almaz bir biçimde garip bir şekilde yaşıyorlardı, ne kadar basit bir yaşam tarzı"...


Lütfen, rica ediyorum, ya bilime inanın, öğrenin, tartışın, araştırın, veya en basitinden düşünün ve bilime sarılın, ya da ondan uzak durun. Çünkü, hem bilim dergisi çıkaracağım hem de bilime sansür uygulayacağım derseniz sizin için denebilecek bir şey kalmaz ve insanlığın yüzkarasına dönüşürsünüz. En iyisi gidin kendi işinize bakın, sizin haddinize değil bu bilim denen şey. Kendi anlayışınız olan İLMİ konularda konuşun.

Einstein'ın kuramlarını hiç okudunuz mu. Zaman, mekan, kütle ilişkileri hakkında temel de olsa bir bilginiz var mı? Kozmik büyüklükler ile atom altı parçacıklar arasındaki büyüklük farklarını zihninizde canlandırabilirmisiniz.

Zamanın mekanla ve boyutla olan ilişkilerini düşündünüz mü hiç? Uzayın ve zamanın bükülmesi ne demek biliyor musunuz? Ya da kozmik arka plan mikrodalga ışınımı hakkında bir şey duydunuz mu? Pozitronun aslında zamanda geriye hareket eden bir nötron olduğunu söylesem gülermisiniz yoksa haaa mı dersiniz. Kütle çekim yasaları nasıl işler? Entropi kelimesini hayatınızda hiç kullandınız mı? Varoluşun ve yaşamanın ve doğuşun arkasındaki bu sihirli kavram size çok yabancı gelebilir. Bu yüzden bunları bilmeden veya okumadan bilimsel bir konuda yorum yapmaya ve hele hele sansür uygulamaya kalkarsanız dünya karşısında maskaraya dönersiniz, karikatür olur insanları güldürürsünüz. Eğer böyle bir sansürü haklı görüyorsanız o zaman bırakın bu sansür hamlesini kapatın Bilim Teknik dergisini ve TÜBİTAK' ı. Size gerekmeyen bir şeyi neden ayakta tutuyorsunuz? Neden hiç ilgi alanınıza girmeyen bir kurumun yöneticiliğini ve mensupluğunu yapıyorsunuz? Kendinize hiç mi saygınız yok?

Bilim, onu sırtında taşıyanları yüceltir, onları bambaşka bir boyuta taşır ve bu gerçekleştiğinde insanlık da boyut atlar ve artık diğerleri insan sınıflamasına giremezler. İlkel bir yaratık olarak sınıflanırsınız. Aynı şimdi sizin maymunlara karşı bakışınıza siz maruz kalırsınız.

Sizin bu durumunuz aslında dinle ilgili de değil. Sizin yobazlık, bilgisizlik ve statiklik üçgeninde yaratmış olduğunuz akıl dışı dünyanızla ilgili. Unutmayın ki matematik, geometri ve kozmoloji alanlarının temelleri, İslam kültürünün sizin gibiler tarafından ele geçirilmesinden önce bu kültürün insanları tarafından atılmıştır."

Thursday, March 12, 2009

Çeyrek Final?

Bi'şeyler olabilir ya. Değil mi? O kadar da kötü değil durum. Servet de olsaydı, çok daha güvenecektim bu maça. O yok. Ama olsun. Memleketim insanının hırsı azmi meşhurdur. Bizim çocuklar da inanmışlardır bu turu geçeceklerine. İnşallah önden bir gol yeriz. Üstüne de bize büyük avantaj getirecek bir gol atarız. Tam öyle bir maçmış gibi geliyor bana. Seyirci de var orda bol bol. Geçersek çeyrek finaldeyiz, eskisi gibi. İnsan umutlanıyor tabi ister istemez. Hadi hayırlısı.

Hagi:"Kewell'ı alacaklarmış, gelir mi sence?"
Taffarel:"Sen geldin, o gelmez mi?"

Tuesday, March 10, 2009

SENİ


Son zamanlarda bundan daha çok güldüğüm bir forward mail hatırlamıyorum..



Nasıl bir ruh halidir bunu yazan, ve nasıl bir zeka seviyesidir, bunu şiir diye o sayfaya koyan?

Monday, March 9, 2009

Slumdog Millionaire



Dün Dnny Boyle'un (ve Loveleen Tandan) yönettiği, Simon Beaufoy ve Vikas Swarup'un yazdığı bu bol Oscar'lı filmi izledik. O kadar Oscar'a rağmen çok büyük beklentilerle gitmediğimi söylemeliyim. Ancak film bittiğinde suratımda saçma bir gülümseme ve içimde yine saçma bir hüzün vardı.

Konu, call center'da çaycı olarak çalışan Jamal K. Malik'in "Who wants to be a millionaire?" yarışmasına katılması, ve eğitim almamış bir çaycıdan beklenmeyen bir başarı göstermesi iskeletine dayanıyor. Konunun işleniş şekli gerçekten orjinal ve etkileyici. Filmi izlerken Hindistan'a gitmişim gibi bir his belirdi içimde. Misafirperver bir film olduğunu söyleyebilirim. Fakat bunun en büyük sebeplerinden bir tanesi, o olayların ve mekanların İstanbul'da yaşanan olaylardan ve mekanlardan bir farkının olmayışı olabilir. Burada sıklıkla gördüğümüz karakterler, hikayeler. Belki zaman zaman hor gördüğümüz Hindistan'dan hangi hakla üstün olduğumuzu düşünüyoruz anlamış değilim. O kadar nüfus bizde olsa biz belki çok daha büyük bir çukurun içinde debeleniyor olacaktık şu anda. Keşke biz de yaşadığımız bu çarpık çurpuk hikayeleri bu kadar güzel, bu kadar masum, bu kadar eğlenceli ve görüntü anlamında kaliteli anlatabilseydik, keşke bizim de ödüllerimiz olsaydı..

Konuya dönersek, her soruda çaycının o sorunun cevabını nereden biliyor olabileceğini görüyorsunuz. Çocukça bir aşkı ve bağlılığı izliyorsunuz ancak burada fakirlik ve para o kadar yediriliyor ki filme, film aşk filmi olarak sınıflandırılamıyor, aşk sadece pudra şekeri olarak çeşitli yerlere serpiliyor. Müzikler gerçekten de çok başarılı ve Oscar aldığına değmiş. Bence Benjamin Button'un müzikleri de başarılıydı ancak şu an anlatmakta olduğum filmin farkı daha orjinal ve başka yerlere ait olması zannederim. Sıklıkla radyoda dinlemekte olduğum bir şarkıyı da filmin içinde duymuş olmak (bilmiyordum bu filmde geçtiğini) benim için ayrıca hoş bir sürpriz oldu ancak şarkının ismini yazmıyım benim gibi bilmeyip giden olursa tadı kaçmasın.

Kesinlikle görülmesi ve izlenmesi gereken bir film ve Oscar törenlerinde "aman ne mutlu, ne neşeli ekip bu" diye seyrettiğim kadronun o sahnede olmayı hak ettiğini, Jamal'i canlandıran genç başrol oyuncusu Dev Patel'i de gelecekte sıklıkla göreceğimizi düşünüyorum (inşallah).

Bu arada filmdeki esas kızla aralarında inceden manitasyon durumları olduğunu da az önce öğrendim, Holivuda taşınacaklarmış... TFMHA (Tubik Fantastik Magazinel Haber Ajansı)


Ödüller ekte dikkatinize sunulmaktadır ey halkım!

Best Achievement in Cinematography
Anthony Dod Mantle


Best Achievement in Directing
Danny Boyle


Best Achievement in Editing
Chris Dickens


Best Achievement in Music Written for Motion Pictures, Original Score
A.R. Rahman


Best Achievement in Music Written for Motion Pictures, Original Song
A.R. Rahman (music)
Gulzar (lyrics)
For the song "Jai Ho".

Best Achievement in Sound
Ian Tapp
Richard Pryke
Resul Pookutty


Best Motion Picture of the Year
Christian Colson


Best Writing, Screenplay Based on Material Previously Produced or Published
Simon Beaufoy

Sunday, March 8, 2009

U2 - 3D




Benim gibi hastaysanız, Türkiye'ye gelmiyorlar diye ağlanıp duruyorsanız işte size fırsat.. Bu sayfayı takip ediyosanız bayadır, Amy Winehouse'un tribute konserini kendi konseri zannettiğimde ve gerçeği öğrendiğimde yaşadığım bunalımı da hatırlarsınız.. 

Bu sefer öyle olmadı, Cenk'le pazar günü aktivitesi olarak sinemaya gidelim diye konuştuk ve Mars Sinemaları'nın sitesine girdim. Amacım vizyondakileri kontrol edip rezervasyon yaptırmaktı.. Bir anda tanıdık bir müzik başladı ve sayfanın sol üst köşesinde bir video belirdi. U2 çalıyor, kalabalık bir konser görüntüsü var belli belirsiz.. Ne olduğunu anlayınca tüylerim diken diken oldu. Öğrenmiş oldum ki 13 Mart'ta vizyona girecek 3D filmde, U2'nun 2006 yılındaki "Vertigo" konser turundan alınmış, 3 boyutlu kamerelarla çekilmiş kayıtları izleyeceksiniz ve iddiaya göre Bono burnumuzun dibinde olacak.. Belki bir avuntu olarak izleyip şarkılarına eşlik etmek güzel bir fikir.. Düşünmesi heyecan verici. Gideceğiz ve göreceğiz.. 

Detayı buradan öğrenebilirsiniz...

Saturday, March 7, 2009

Blogır Poarrrdiiii Vol.?!?

Eh nihayet resimleri koyup neler yapmışız buraya yazıyorum.. Aradan 1 hafta +1 gün geçti.. Olsun artık geç olsun güç olmasın. Bİr bloggır paarrdiii de daha beraberdik.. Kadro aşağı yukarı benzer.. Bu sefer Zilsiz Zarife (Özlem) de geldi.. Tanıştık, konuştuk iyi ki de geldi.. Her zaman Tanya'ların kata geldiğimizde asansörden çıkarken Seden'in bir sürpriziyle karşılaşıyoruz, bu sefer kafaya koydum ben bi aksiyon yapacak, kapıdan çıkar çıkmaz yeni makinamızla resimlerini çekecektim.. Tabi benim fotoğrafı hazırlama sürem içerisinde bazı arkadaşlarımız poz vermeye başlamıştı bile (bkz. Tuba) ancak farketmez, istediğim şaşkınlık ifadesini Tanya'da yakalamışım gördüğünüz gibi :))))


Ersin Abi dersi olduğundan bir parça gecikmeli katıldı aramıza.. Üzerindeki t-shirtün hastası oldum, klasik bir operasyonla hacılasam mı diye aklımdan geçi,rmedim değil! 

"God is busy, may I help you?"


Cenk de o sırada hangi ruh hali içerisindeydi bilemiyorum ama muhtemelen içinden bir Megadeth şarkısı geçiriyordu ve sanırım konserde hayal ediyordu kendini...


Sol taraftaki Tanya'nın Mısır'lı eniştesinin büstü.. Çok hayırlı bir insanmış, bir sürü okul yaptırmış... Yok be şaka :P Yanında da sıra sıra içkiler... Tekila kestim oradan, bi dahaki gidişimde yerini saptamış olmanın rahatlığıyla sulanabilirim :)


İşte huzurlarınızda süper kız kardeşler, Esra ve Tuğba.. İki tane abim var ve çok güzel bi duygu ama ablam olmasını da istemişimdir hep, kıskanıyorum kendilerini :)



Cenk ilkokulda dershane gibi bişeye gidiyomuş adı da FKM imiş. O zamanki çocuk akıllarıyla adını "Fıstık Kızlar Merkezi" koymuşlar.. Bizim merkez de bakınız aşağıda :)


Ve Türk filmlerinin vazgeçilmez pozu Seden'den geliyor. 15 denemeden sonra kıpırdamadan çekmeyi başarabildim ama pek bir şahane olmadı mı :) Bu resimde çıkmamış ama Seden'in saçlar da Türkan Sultan'ın gür saçlarına taş çıkartır ben size diyim.. Pırıl pırıl bi de o kadar uzun saç.. Nasıl oluyor olm?!?


Herkes kendi havasında.. Tuğba telefonla meşgul, Özlem gizli gizli beni kesiyor, Tanya diyetisyenin cerdiği müsadeyle şarapı hüpletiyo, Seden napıyo belli değil! Bu arada resmin en altında peçeteler görüyosunuz.. O peçeteler çok sevimli bir kutunun içindeydi.. Peçetelerin içinde de sevgili Esra'nın benim için elleriyle yaptığı nefis üzümlü kurabiyeler vardı. Söz verdim onun da resmini koyup çekeceğim diye ama makinayı şarj etmem kurabiyeleri hüpletmemden daha uzun sürdü :)))))))


Fıstık ev sahibemiz :)

Yine şahane bi gün ve haftasonuna başlangıç oldu bizim için. Bizim Canon orta yerde batarya sorunu çıakrttığı için biraz eksik oldu fotolar.. İsterdim ki, Koray, Cenk ve Ersin Abi'nin hararetli konuşmalarını resmedeyim, Tuğba'nın yumuk yumuk uyumasını resmedeyim, Ersin Abi'nin şahane trenini resmedeyim.. Ama olmadı önce Canon'un sonra benim şarzımız bitti :) 

Tanya'ya buradan mesajım var: Banyo şahane olmuş :))))))

Tekrar tekrar teşekkür etmek istiyorum herkese.. Kötü bir gün geçirdim o gün ve bütün günü Tanya'lara gidecek olmamın avuntusuyla geçirdim. Birilerinden destek bulmak için illa senelere, dev yakınlıklara gerek yok, bir gülümsüyorlar, iki espiri, iki laklak derken herşeyi o an unutuveriyor insan... Çok teşekkür ederim bu güzel akşam için... En kısa zamanda bizdeyiz!


P.S: Gözler Şebo'yu da aradı ama o efsane 60'lar partisinde hvuuuuuu'luyodu :)

Thursday, March 5, 2009

Çıkarsa yarısını veririm abi

Bu cümle az evvel tam 45 dakka dikilip kuponumuzu yatırdığımız sayısal loto bayiinin önünde en çok sarf edilen cümlelerden biriydi. Tabi, "Çıkarsa sen bizi tanımazsın şimdi..." 'nin eline su dökemedi ama kendi çapında bir başarı yakaladı. Bu cümleler arasında tam 45 dakka bekledik Tubik ile. Sonra 5 kolon doldurduk, birini beceremedik, 4 kolon fiyatı olan 4 TL'yi ödeyip olay yerinden uzaklaştık. Tubik'in diretmesi olmasaydı ben hayatta orada öylece dikilmezdim ama işin ucunda 35 trilyon (eski para ile) olduğu için herkez gibi biz de bekleştik orda. Şimdi ben burda birşey merak ediyorum. Para 2-3 trilyon iken niye bu kadar oynanmıyor da 35 trilyon olunca bu kadar oynanıyor? Halkımızın şans oyununda kazandığı paranın raici 10 trilyon falan mı ya? "Hanım geçen hafta 8,5 trilyon veriyodu bak bu hafta 27 trilyonmuş, bizi kurtarır artık, bu hafta oynayak" gibi bir durum mu var?


Çıkarsa Tubik bana çok istediğim printerlardan bir tane alacakmış. Kendine de Mustang GT. İyi bir anlaşma bence. :)