Saturday, August 30, 2008

Hatalı park

Dün yine klasik ay sonu satış paniği günlerinden birini yaşadım..



Müşteri ziyareti kotam çok eksik, telefon görüşmem çok eksik, aman Tanrım ne kadar az mail göndermişim!.. Derken.. Aylık hedefimin belli bir kısmını doldurma telaşesi içindeydim. Sabah saatlerinde bir firma arayıp görüşmek istediklerini söylediler ancak saat zaten 10'a geliyordu ve yetkili saat 11'de çıkacaktı. Kısacası en geç 10:30'da firmanın kapısından içeri girmeliydim! Seri bir şekilde dosyalarımı hazırlayıp ziyaret için arabaya atladım.



İsmini vermeyeceğim bir semtin merkezi bir yerinde zorla boş bir yer buldum arabayı park edecek. Aman tanrım saat zaten 10:35'ti! Bu satışı yaparsam hedefime bir barem daha yaklaşmış olacaktım. Arabadan çıktım. Kafamı kaldırdığımda park ettiğim alanın engellilere ait olduğunu gösteren tabelayı gördüm. Düşünecek ve hareket edecek zamanım yoktu. Eh zaten 15 dakkadan fazla kalmayacaktım. Yanımda duran diğer engelsiz araçlara baktım. Bir elimde eşek ölüsü gibi lap top, diğer elimde çantam, üzerimde o sıcakta giydiğim ceket... Yürümeye başladım. İçim rahat değil.. Firmadan içeri girdim.



Yetkili kişi ofiste değildi.. Bankaya gitmiş! Bekliyorum gelen yok.. Benimle ilgilenen hanıma arabayı koyduğum yeri gösterdim. "Bişey olmaz merak etmeyin". Sanki kadının söylediği kanunmuş gibi bir an olsun yatıştım. Yetkili geldi. Almak istediği ürüne çoktan karar vermişti zaten. Sevindim. En fazla 10 dakika daha dururdum. Ancak adam susmak bilmiyordu. Konu ile ilgili-çoğunlukla da ilgisiz- milyonlarca soru sordu. Sürekli beni tuttuğu için özür diliyor ancak "şu konuyu da halledelim" diyip benimle alakası olmayan sürüyle soruyu sormaya devam ediyordu. Gerildiğim her halimden belli oluyordu. Ama sallayan yoktu.



Aradan bir buçuk saat geçtiğinde kendimi firma dışına atabilmiştim. Pasajın girişinde oturmuş, Kürt'çe konuşan bir sürü adamın tuhaf bakışları arasından geçim, arabayı koyduğum yere doğru ilerledim. O mavi tabelanın altına baktım. Baka bir minik araba, başka mor tonlarında duruyodu.



"Neyse biraz daha yürüsem iyi olacak" dedim ve anlamsız olduğunu bildiğim adımlar attım. Sonra sonu elde edemeyip geri döndüm. Park yerinin hemen yanında bir dükkanın önünde dikilen birine "Burada araba çekildi mi?" diye sordum. Çekilmiş bikaç tane. ARabayı götürdükleri yeri sordum. Herkes biliyor maşallah. Gittim bankamatikten para çektim. Taksiye atladım. Kuş bakışı 100 metre bile olmayan mesafedeki otoparka gittim.



Kenarda bir polis arabası duruyor. Otoparkçı ile muhattap olduğum 5 dakika içinde 5 araba daha geldi. Otpark için 6 YTL, çekme ücreti olarak 44 YTL aldılar benden. Yol yordam bilmediğim için kuzu kuzu uzattım parayı. İlk defa yanlış park etmiştim. İlk defa polislik, cezalık bir durumum olmuştu. Çünkü ben normalde herkesin hakkına ve güvenliğine saygı gösteriyorum. Ve çekeceğim cezaya da razıydım o an.. Sonuç olarak ne olursa olsun haketmiştim.



Otopark görevlisi fiş ve teslim aldığıma dair bir belge verdi. Sonra "Cezayı adrese mi gönderiyorlar?" diye sordum. Olay bu noktada tuhaflaştı. Görevli "Abla sana ceza kestirmicem ben" dedi. "Nasıl yani?" diye sordum. Oradaki memurlardan birini çağırdı. "XXX Bey bu hanıma ceza kesmeyelim" dedi. Sonra da benim kuzu kuzu pra verdiğimi gösteren o belgeyi polise gösterdi. Memur da " İyi o zaman plakayı bi yere not et kesmeyiz" dedi. Gözlerime inanamadım. Kulaklarıma da.. Ben yaptığım hatalı park için ceza çekmeyecektim. Azıcık kural bilseydim onlara o parayı vermediğim için kesilecekti o ceza bana.. Ama verdim o parayı. Cezadan kurtuldum..



Ne kadar üzüldüğümü, bu ülkenin kuralları ve gidişatı için ne kadar endişelendiğimi anlatamam.. Bu nasıl bir tezgah? Bu nasıl bir rahatlık?



Teşekkür bile etmeden bastım gittim. Teşekkür etmemenin de cezası var mı acaba?



Akşama bir satış daha geldi. Geçirdiğim iki ayın acısını çıkarttım bu ay. Hedefimin üzerine çıkmış oldum.. Ama ne tadı kaldı ne keyfi..

Wednesday, August 27, 2008

En ama en iyi 10 bilgisayar oyunu

Öncelikle şunu söyleyeyim. Bu liste tamamıyla benim kendi düzenlediğim bir listedir. Kimsenin gönlü olsun diye liste yapmıyoruz biz burda. 1986 yılında geç de olsa yaş gereği anca girdiğim oyun dünyasında yaşadıklarımın da bir özetidir aslında. Umarım hoşunuza gider ve gerisini istersiniz. Dışarıda kalan birçok oyun oldu çünkü. Hadi bakalım:

10. Star Wars: Tie Fighter - Lucas Arts (1995)

Çağatay merakla bekliyordu bunu herhalde. Evet evet, merak etme, burda. "Öööööaaaa, öööaaa" desem ne anlarsınız? Evet, arkadaşlarınız hemen yanınızda ve şu karşınızdaki salak A-Wing ölmeyi bekliyor. Rebel Alliance'a belasını buldurmak istiyorsanız kaçırılmayacak fırsat. Halen alıp oynayabilirsiniz. Ayrıca ilk aldığım CD-Rom Drive'ın yanında gelen oyunu saymazsak hayatımda aldığım ilk orjinal oyun da budur. Muhteşem bir oyundur. O yüzden de Wing Commander liste dışı kalıyor. :)



9. Giana Sisters - Rainbow Arts (1985)

Burda bunun ne işi var derseniz bozuşuruz bak. Saatlerce oynadım saatlerce, aman allahım, nasıl bir bağımlılıktı bu ya. Erdem hocam iyi bilir bu bağımlılığımı, yakın zamanda emulatörde oynamış olmam da durumu ortaya koyuyor zaten. Bu iki kız kardeşin önünde saygıyla eğiliyor ve onlara hak ettikleri yeri verdiğimi düşünüyorum.


8. X-Com - MicroProse (1993)

Ömrümü yedin be. Almancasını oynardık biz bunun lisedeyken, bunu okuyan birkaç arkadaşımın gülümsemesini görür gibi oluyorum. Laser Squad devamı olan bu oyun, devam ederken rezil olmamış, aksine vezir olmuş ve bir üs kurma ve teknoloji geliştirme/çalma fasilitesi eklemiştir kendine. Hararetle tavsiye ederim. Oynamayanları gözlerinden öperim, kendilerine bilgisayar oyuncusu demesinler rica edersem.


7. Last Ninja - System 3 (1987)

Diyecek ne var ki. Bunu oynamayan hayata küssün. Ekran değiştirdiğinizde C64'ün hesap yapması ve ekrana parça parça grafikleri vermesi vardır ya, sonradan Vendetta'da da kullanıldı, o bile adamı bitirir. Ninja oynamak da işin cabası. Health Bar tam bir icat zaten. Silahlar, aksiyon, grafiklerin güzelliği. Last Ninja tüm zamanların 7. en iyi oyunu benim gözümde. Saygılarımla System 3 (şimdilerde Studio 3 olmuşlar ve galiba Ferrari Challange diye birşey yapıyorlar, ya da yaptılar :) ).



6. Pro Evolution Soccer 4 - Konami (2004)

Evet, 2008 versiyonu hariç hepsi güzel bu serinin. Ama PES 4 bir başka, özellikle de Wolf Pack ile patchlendikten sonra. PES serisi Fifa'yı silip süpürdü bu oyunla. EA'in spor departmanı herhalde hayatlarının en kötü dönemini geçirmiştir, zira olay biraz tekelciliğe dönmüştü. İyi de oldu. Gerçekçi oyun yapmayı tamamen bir kenara bırakmışlardı ve paraları yiyorlardı büyük bir keyifle. PES geldi, mertlik bozuldu, sadece grafikleri update etmekle oyun yapılamayacağını gördüler. PES, verdiği bu hayat dersi ile bile 6. sırayı hakediyor bence.



5. Diablo II - Blizzard North (2000)

"I sense a soul in search of answers".

Mana, health potion, rune, runeword, rare item, unique item. Bu kelimeler hafızamıza nasıl kazındı zannediyorsunuz. Bizim Bodur'un bir lafı vardır, izometrik'in hastasıyım diye. Ben de hastasıyım. Ben de istiyorum yenisini, gel artık Diablo III, gel artık. Bu arada birşey soracağım, Blizzard kötü oyun yapmaz mı ya?




4. Master of Magic - MicroProse (1993)

King's Bounty'den bahsetmiştim değil mi eski yazılardan birinde. İşte bir kardeşimiz küçükken o oyunu çok oynamış herhalde, elinden de biraz programcılık geliyormuş, olaya el atmış ve bir şaheser yaratmış. Heroes serisine saygısızlık etmem ama, bu Master of Magic be abicim. Yanına bile yaklaşamazsınız, tarihin en iyi 4. oyunu olmayı rahat rahat hakediyor. Ekteki resim de feci anılarımı depreştirdi, haberiniz olsun.



3. Fallout - Interplay (1997)

Unuttum resmen, nasıl yapabildim bunu. Dünya oyun tarihine hakaret benimkisi. Allahtan sevgili karım müdahele etti de olaya, bu büyük hatayı düzeltme şansı buldum. Tüm zamanların en iyi "maytap geç, arada adam vur, bir de roleplay yap" oyunu Fallout ve devam oyunu Fallout 2 tabi ki listenin 3 numarasında. Oyunu kaç değişik karakterle kaç kere bitirdiğimi hatırlayamıyorum bile. Devam oyunu da merakla bekleniyor ama benden size bir havadis, Fallout 3 saçma sapan bir FPS'ye benziyormuş. En iyisi siz gidin, bir deck "Tragic the Gathering" alın, onu oynayın. Belki anılarınız depreşir. :)


2. Master of Orion II: Battle at Antares - MicroProse (1993)

Saatlerim geçti saatlerim. Uyumadım, durmadım, ele geçirdim, zafer sorhoşluğu yaşadım, keşfettim. Muhteşem bir oyundu muhteşem. Amaç aslında Antares'i ele geçirmekti. Bütün oyun boyunca teknolojiniz sürekli ilerler, değişik ırklarla savaşa girerdiniz. Ve gücünüzün yettiğini anladığınız anda da saldırırdınız Antares'e. Tüm zamanların en iyi oyunu olmayı hakediyor ama, siz bir de bir numaraya bakın. :)



1. Elder Scrolls - Bethesda Softworks (1994 - 2006)

Tabi ki Elder Scrolls. Tabi ki. Arena bir noktada takılmasaydı tadını tam alacaktık. Allahtan imdadımıza Daggerfall yetişti. Şaheser Morrowind ile devam etti ve Oblivion ile 1 numaraya yerleşti Elder Scrolls. Herşeyiyle bir oyun, bir hayat veriyor Elder Scrolls size. Ondan sonra gelen herşey onun taklidi olacaktır, oluyor da (Bknz: Gothic serisi vs.). Nasıl anlatayım, heryer sizin, heryer. Istediğinizi yapın, ister adam vurun, ister ev alın, ister gezin manzara resmi çekin (screenshot), naparsanız yapın da şu oyunu oynayın artık. Saygılarımla, eğiliyorum, yapanların gözlerinden öpüyorum. Harikasınız.


Okuyup da aradığını bulamayanlar olabilir. Bu liste tamamıyla benim kişisel listemdir. Yani tabi Street Fighter, Starcraft, Warcraft gibi oyunlar da olmalıydı belki listede, kısmet değilmiş. Bu arada jüri özel ömür boyu başarı ödülünü de Quake kardeşimize veriyoruz. "Quad damage!" diyen adam halen kulağınızda değil mi? :)


Yazımı aşağıdaki efsane resimle bitirmek istiyorum. Bu arada yazının son sözü; "MicroProse'dan babam çıksa yerim!". :)

Moonstone - Midscape (1991)

Monday, August 25, 2008

Tatil! Senle de olmuyor, sensiz de olmuyor...

Yani şimdi nankörlük ediyosun demeyin ama bütün sene tatili bekledikten sonra o bir haftalık tatilin şıp diye geçivermesi ve damakta doyulmaz bir tat bırakıp gidivermesi çok zalimce değil mi?


Bizim tatilimiz de öyle oldu. Gittik gezdik, gördük ve döndük. Bir hafta daha gitsem yine doymam. Anlatacak bir sürü şey var özetlemeyi tercih ediyorum. Emin olun özet olur.
Öncelikle Çeşme'ye gittiğimizi söylemekle başlıyım işe. Hayatımda ilk defa gittim ve bundan sonra başka bir yer düşünebilir miyim bilemiyorum.

Bizim kaldığımız yer Ilıca'da Villa Saray adında bir yerdi. Kaldığınız yerin konforu sizin için önemliyse birkaç ay önceden rezervasyon yaptırmanızı tavsiye ediyorum çünkü bütün güzel villalar Şubat ayından rezerve edilmişti. Gittiğiniz yer birbirinden bağımsız villalara sahip ve siz birini kiraladığınızda yemek takımlı, çatallı bışaklı, bikaç odalı bir villa kiralamış oluyorsunuz. Kalabalık arkadaş grubuyla tatil yapmak isteyenler için çok uygun bir yer. Her gün house keeping geliyor. Havuzu var, yemek yiyebileceğiniz bir yeri var. Havuz başındaki evler süper ama rezervasyon çok çok önemli. İşte bizim odanın terasının manzarası:



İlk iki gün çok para harcamamak için Villa Saray'ın havuzunda takıldık. Sonraki günler de gezmeye başladık. İlk gittiğimiz yer Babylon'un plajı oldu. Koccaman bir sahili, barı, yemek yeri, herşeyi var. Ayağınız kuma temas ediyor, hatta kumun üzerinde güneşlenme şansınız da var bol bol. Bunu özellikle belirttim, adını sıklıkla duyduğumuz, magazinde üç beş popçunun görüntülendiği plajlarda böyle bir lüksünüz yok ne yazık ki.





Akşamüstü gidip birbirinden değişik kokteylleri deneyebileceğiniz, birbirinden hoşsohbet barmenleri olan barında güzel vakit geçirebiliyorsunuz ve tam yaz aylarına uygun kafa yormayan güzel müzikler dinleyebiliyorsunuz. Ben mohitodan gitmiştim ancak sevgili sevgilim ve diğerleri türlü türlü şeyler denediler, memnun kaldılar, sonuç olarak hepimiz çakır vaziyette döndük eve :D





Babylon'un o gün bize kattığı bu deniz, sohbet ve içip gülmek durumlarının haricinde bir kaç güzel anı daha var. Ancak bu anıyı anlatmadan önce özel girizgah yapmak gerek.

Bloglar arasında zapping yaparken rast geldiğim ve ilgimi çeken iki blog vardı. Bizimle aşağı yukarı aynı zamanda evlenmiş Tanya Hanım ve Ersin Bey 'in blogları. Tanya Hanım bir parça benim gibi havadan sudan, Ersin Bey ise yılların verdiği tecrübe ve birikimi paylaşmaktaydı. Tatil boyunca gerek Alaçatı'da gerek Çeşme'de onlara benzettiğim ama kesinlikle onlar olmayan birkaç insan görmüştüm. Babylon'da denize girerken su tenisi (adını ben atıyorum) oynarken gerçekten de onları gördüm! Koşa koşa Cenk'e söyledim. Benim klasik çekingenliğimi birkaç saat çeken Cenk, mohito içmiş olmamın sağladığı rahatlıktan istifade ederek tuttu kolumdan götürdü yanlarına. O "merhaba" dedi. Ben alacağımız tepkiden bir hayli tedirgin yanında duruyorum. "Biz sizin blogunuzu okuyoruz da, sanırım sizsiniz.. " İki saniye içinde bütün endişelerimin yersiz olduğunu görmenin mutluluğu ile sohbet etmeye başladık. Kısa süre konuştuktan sonra fazla rahatsız etmemek için bara döndük. Sonra bir de baktım ki Tanya Hanım bir anda yanımda beliriverdi. Adımızı ve blog sayfamızı -hiç yanından ayırmadığını düşündüğüm- defterine not etti. Sonra fotoğraf çekmek için tekrar oturdukları yere gittik.







Bu neşeli kareyi tarihe kaydettikten sonra ayaküstü olarak başlayan sohbetimiz ayaküstü bir sohbete göre fazla dolu dolu ve fazla uzun sürdü :) Tadına doyamadık. Siyasetten, model trenlerden, ayakkabılardan, bloglardan konuştuk. Olanlara inanamadım. Sanki tatil başından beri onları çağırdım ve gördüm. Ne kadar zevkle yaşıyolar, ne kadar huzurlular... Ve ne kadar güler yüzlüler..


Yeni evimizde mohito içmek üzere sözleştik. Kendimi serin denize attım ve bu güzel an, unutulmayacak bir anı olarak sonlandı...

Akşam (o günden sonra her akşam aynı şekilde geçti) kendimizi Alaçatı'ya atıverdik ve bulduğumuz Şişarka Lokantası'nda karnımızı doyurduk. Tadından yenmez balıkları, mezeleri ile yemek insanı nasıl mutlu eder tekrar haırladık. Hatırladığımız bir başka şey de patlıcanın tadı oldu :)




Ertesi gün de Aya Yorgi'yi görelim dedik. Görülmeden gidilmezmiş, öyle dediler. Güzel bir koy nasıl böyle bir hale gelmiş, inanamadım. Sole Mare diye bir plaja gittik. Son derece modern ve havalı dekore edilmiş ancak tatil, deniz, rahatlık göz önünde bulundurulursa bir hayli yapay olduğunu söylemeliyim o modern dekorasyonun. Servis rezalet, bir siparişi verebilmek için 4 farklı görevli değiştirmek zorunda kaldık ve sonunda da siparişten vazgeçtik. Daha gelir gelmez "Buraya çok minder koymuşsunuz, adam başı iki tane veriyoruz" dendi. Oysa orada toplam 16 minder vardı ve biz 8 kişi gitmiştik :) Dayanamayıp " Sizin matematik konusunda probleminiz mi var?" dedim. Paralı kıro olarak tabir edilen bir grup amca, amacının ne olduğu belli olmayan genç kesim... Betondan denize girilmeye çalışılan ve başından sonuna yürüyüş yapmak isteseniz 5 dakika sürmeyecek uzunlukta tuhaf bir sahil... Saat dört gibi Sertaç Ortaç ile başlayan gümbürtülü bir müzik.. Bi daha gider miyim? Hayır. Onlar sallar mı? Hayır..


Cenk'in kafasındaki şapka başka bir arkadaşımızındı ancak nasıl o kadar uzun süre GAP Projesi ile ilgili geyik yapılabildi bilmiyorum.





Bunun dışında bir plaja gidemedik. Akşamları sürekli Alaçatı'da geçirdik. Ancak Çeşme merkezde yediğimiz dondurmanın tadını unutamıycam. Meşhur dondurmacılar arasında Türkiye genelinde ilk onda sayılan Rumeli Pastanesi'nde limonlu ve sakızlı dondurma kombinasyonunu kornet külaha koyunca tadından yenmiyormuş. Buyrun resimleri :







Bunun dışında Ilıca merkezde mideye indirdiğimiz Kumrucu Şevki'nin kumruları da apayrı unutulmayacak lezzetlerdi. Ancak o kumruları yerken verdiğim pozlar daha çok bir yamyam pozu olabileceği için buraya koymuyorum, ya sonra beni sevmezseniz?





Alaçatı'da ara sokaklarda tesadüfen bulduğumuz kocaman bir kapalı bahçe içerisinde çam (?)ağaçları altında Barbun'da bir yemek yedik ama anlatamayacağım düzeyde güzeldi. Risotto yedi benim balık sevmeyen sevgilim, ama o bile çok lezzetliydi.





Yaya ve Tuval diye iki yer daha vardı ancak Yaya'da yer bulamadık, aynı şekilde Tuvalde de öyle. Ertesi gün baktık ki Yaya mühürlenmiş :( Sebebini bilemicem tabi.





Son olarak Köşe Kahve'de içilen o mis sakızlı kahve ile yazıma son vericem. Gidin, için, o köşede oturun.. Tatilin tatil olduğunu, Alaçatı'nın o kalabalığa rağmen benzersiz bir yer olduğunu içinize güzelce bir sindirin.. Bu kadar niye konuştum anlarsınız..









Cenk'in duruşuna dikkatinizi çekmeme gerek var mı???

Herneyse sonuç olarak übersonik bir tatildi ve bu kadar üzerine konuşup birbirinden güzel anıları depreştirdikten sonra bir de işe git yarın.

Saat 01: 51 ' ken gösterdiğim vefa ve cefanın takdir edileceğini umuyorum.

Saturday, August 23, 2008

Neler oluyor?

Sinirimi yatıştırmalıyım. Kişibaşına düşen milli geliri onbilerce euro olan Avrupa ülkelerinin bize karşı olan adi tutumunu içime sindiremiyorum. Söz konusu dili, ırkı olmayan ülkeler bizim hakkımızda kararlar veriyorlar, bizim hakkımızda söz söylüyorlar, bizi yargılıyorlar, bizi cezalandırıyorlar. Ve biz de onların dediklerine uymamızı zorunlu bırakan bütün anlaşmaları imzalamışız. Öyle bir durum çıkıyor ki ortaya, halk sinirleniyor, halk istemiyor ama devlet kabulleniyor, devlet asli görevini ihmal ediyor; halkının çıkarlarını korumak. Sizce bizim ülkemizde insanlar onbinlerce euro kazansalar herşey böyle olabilir miydi? Günün içerisinde kendime bakıyorum, en az 10 kere ayın sonunu düşünüyorum. Benim bile (bunu çok zengin olduğum için falan söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın, ama bir miktar para kazanıyorum işte) düşünmek ve karar vermek için harcayabileceğim vaktimin tamamını ayın sonundaki aidatı düşünerek geçiriyorum. Sonuç ne? Duyarsız toplum, öyle deniyor ya bize?

Bu da koca bir yalan. Avrupa'dan gelip de birşeyi beğenmeyip, bizde olsa onbinler sokağa dökülürdü diyenlerden nefret ediyorum. Bizde olunca dökülmüyor işte kimse sokağa. Herkezin aklı başka yerde çünkü. Yürüyüşe gidersem işten atılır mıyım? Tepkimi gösterirsem başka iş bulabilir miyim? Kafa bunlar ile dolu.

Peki devlet napıyor halkını bu çıkmazdan çıkartmak için? Hiçbirşey. 800 küsür internet sitesini yasaklıyor (bizimkisini de yasaklarlarsa şaşırmam), her yıl asfaltlanan TEM otoyolunu birilerinin cebi dolsun diye yine asfaltlıyor, "Tanıdığımdır" diye kart imzalıyor, suni krizler çıkartıyor, halkı aşağılıyor yeri gelince, insan güvenliğine önem vermiyor ve "konu benim bakanlığımın dışındadır" diyor. Diyor da diyor. Ondan sonra da çevremdekiler, ben Avrupa'ya bilmemnereye gideceğim, orda yaşayacağım diyor, burası bana hakettiğim değeri vermiyor diyor, beni hepten delirtiyor. Neyse, gitsinler, yaşasınlar istedikleri yerde. Kendi onurlarıyla ve vicdanlarıyla karşılaşırlar ne de olsa Avrupa'da biryerde. Ben gitmiyorum, kalıyorum. Biz gitmiyoruz, kalıyoruz. Olimpiyatlarda 20 altın alana kadar, Galatasaray ile Fenerbahçe avrupada final oynayana kadar, ülkedeki Türk girişimcileri yabancılardan daha fazla söz hakkına sahip olana kadar, bankalarımız tekrar bize dönene kadar biz burdayız gitmiyoruz.

Size iyi yolculuklar.

Monday, August 4, 2008

Taşınmak?

Biri bana taş ile başlayan herhangi birşey derse (taşın, taşınma, taşınmak, taşmak, vb...) öldürebilirim. (Dikkat çekmek istediğim bir nokta var, taş ile başlayan dedim taş demedim:P, öbür türlü de Cenk öldürebilir zaten. )

Konumuza dönüyorum süratli şekilde. 3 gündür bir buçuk sene önce bahsettiğimiz güzel evimize taşınmaya çalışıyoruz. Ellerimiz, bellerimiz, ayaklarımız koptu. Uykusuzluktan gözlerim yanıyor.

Ama değecek gibi.. Haldır haldır koşturuyoruz 3 gündür.. O küçücük evden mobilya bile çıkartmadık, nasıl bu kadar çok eşya çıktı anlamış değilim. Kulaklarımda koli bandının o korkunç cırt cırtlı sesi var..

Herneyse.. Bütünlük çerçevesinde bir yazı beklemiyordunuz umarım.. Dolgunlaştırıcılı Lipstick sürdüm dudağıma.. Tuhaf tuhaf yaktı..

Ha bu arada ofis içinde de taşındım bugün :D İşin komik tarafı ofisimdeki masamın manzarası ile evimizin manzarası aynı.. İkisi de adaları görüyor :)))

İşime de konsantre ve motive olabildim güselce.. Tedbili (?) mekanda ferahlık vardır derler ya hani mekanı değiştir rahatla manasına gelen.. Öyle bişi oldu belki de.. Kim bilebilir ki?

Eve yerleşelim, tatile gidelim dönelim hepiniz kahveye davetlisiniz.. Blog blog otururuz..

Bay bay...