Thursday, September 9, 2010

Bogdan Tanjevic


Hastaydın, ama buradasın. Hidayet ile rebound'a çıkacak kadar sağlıklısın. İyi ki varsın, sen bu takımı finale götürürsün büyük hoca. Basketbol'dan fazla anlamayan bu kardeşine ve tüm Türkiye'ye harika bir şov izlettiğin için teşekkür ederim. Şimdi tatile gidiyorum. Döndüğümde eminim ki beraber Sırp'lara da ders vereceğiz.

Saygılarımla.

En büyük hayranın Cenk.
Not: Keşke futbol hocası olsaydın.
Not2: Keşke millet seni eleştirmeden evvel şuraya bir baksaydı.

Monday, September 6, 2010

Oy ver!


Tatil'e mi gidiyorsunuz bayramda? Rica ediyorum sorumsuzluk yapmayın. Pazar günü dönün, oyunuzu verin. Neye oy vereceğinizi daha iyi anlamak için de şuraya bir bakın:

Monday, August 23, 2010

bir varmışım


Sertab Erener - Bir VarmıÅ?ım Bir YokmuÅ?um |new 2010|
Hochgeladen von xHitx. - Sieh mehr Musikvideos, in HD!


Ben nice depremler gördüm, kolay kolay yıkılmam
Her defasında kaybetsem yine de hiç üzülmem

Aslında bu kadar da kırılgan değildim
Kendi yarattığım düşmanlara yenildim
Bir kayboldum sonra tekrar belirdim

Masallardaki gibi,
Bir varmışım, bir yokmuşum...

Sen bana imkanlar sundun,
Ben bunu kabul edemem
Şimdiye kadar yalnızdım, öyle "pat" diye değiştiremem

Aslında bu kadar da kırılgan değildim
Kendi yarattığım düşmanlara yenildim
Bir kayboldum sonra tekrar belirdim

Masallardaki gibi,
Bir varmışım, bir yokmuşum...


Korkarsam sakince ıslık çalarım.
Ben susmam, sen de susma ki korkmayalım
Malesef az sonra gitmem lazım
Huyum böyle, aynı yerde hiç kalmamışım

Bir varmışım, bir yokmuşum...

Sunday, August 15, 2010

PuCCa günlük, oldu kitap


Bir süredir gidemediğim D&R'a cuma günü sinema öncesi uğrama fırsatım oldu. İçeri girer girmez 23 Nisan veletleri gibi zıplamaya, o bölmeden diğer bölmeye sevinç çığlıklarıyla geçmeye başladım. Yeni yeni kitaplar, bir sürü kitaplar, büyükkitaplar, küçük kitaplar, sıkıcılar, gericiler, klasikler derken kendimi feci satanların önünde bulmuşum.

Bu "çok satanlar" kısımları kitapçılarda en sevmediğim bölümdür. Bir türlü içimde güven uyandırmaz. Sanki oraya elimi atsam kapitalist düzenin bir oyuncağı haline gelicem, sanki ben karaktersizim de başkalarının tercih ettiklerinden nemalanıyorum, üstüne 5 dakka düşünecek kapasitem yokmuş da kendime raflardan bir kitap seçemiyormuşum gibi gelir. Ha bir de "Kayıp Gül" vakası vardır ki nasıl böyle birşeye alet oldum da aldım, zaman harcadım da okudum anlamış değilim. Kitabın heryerinden birşeyler sarkıyor, yok bilmem ne ödülü almış, yok avrupa da yok satmış, yok okuyan herkesin basenleri 3 cm inceliyormuş... İçimden bir ses yapma, gelme bu oyuna dedi ama ellerime engel olamadım. Aldım kitabı okudum. Okuduktan sonra "Ya ben de bi gariplik var, ya da bu kitaba ödül veren de, satın alan diğerlerinde"... Biraz araştırdıktan sonra anladım ki bütün o kurdeleler hikaye, tamamen bir pazarlama ürünü... Ne kadar aptal gibi hissetmiştim ve verdiğim 3 kuruş, nasıl milyon dolarlara dönüşmüştü gözümde!

İşte tam o an, feci satanlar reyonunun önünde olduğumu farketmeksizin birşey ilişti gözüme. PuCCa diyor, küçük aptalın büyük dünyası diyor, marlyn var kapakta falan... "Dizüstü edebiyat" yazısını da görünce "Noooluyor uleeeeyyyynnn?" diyerek arkasını okumaya başladım.



Evet, sonunda biri benim hayalimi gerçekleştirmişti. Kendi köşesinden yazdığı mini mini yazıları, birileri tarafından sevilip, beğenilip kitap yapılmıştı...

Kitabı tutan parmaklarım uçtan uçtan yanıyor, damarlarımda kıskançlık ve haset içerikli hormonlar dolaşıyor, çığlık atmaya hazır bekliyorum.

PuCCa'yı okuyanlarınız vardır belki. Yani birsürü insan okuyor da, siz de içlerinde misiniz bilemiyorum. Ben arada bir aklıma geldiğinde ya da dolanırken karşıma çıktığında bakarım. Okuması zevklidir ama kıçını başını takip etmediğim için oluşan kopukluk, süreklilik sağlayacak bir devam eyleminden beni alıkoyar. Bir daha ne zaman mouse imleciyle, PuCCa linki karşılaşırsa artık diyerek yeni bir güne geçerim.

Kitabı gördüğümde de az tanımanın, eve yeni gelmiş, eşyaları inceleyip ortalıkta toz arayan misafir psikolojimin verdiği bir betlikle, kıskançlığımı da aldım ve kitabı rafa geri bıraktım. Gördüm ki "çok satanlar"ın önündeyim. Hah, dedim. "Herşey para zaten, bunu da ticarete dökün! Yıvrençsiniz siz para gözlü insanlar." Arkamı döndüm birkaç adım attım ama kendim de biliyorum orda benim adım olsun ne kadar isterdim. (Bu blogda yazdığım ıvır zıvırlarla olamayacağımı ben de biliyorum bi yandan :D ) Ama biliyorum ki bir başkası benim kitabı eline aldığında da rafa geri koymasın, kasaya gidip önce D&R kartını, sonra da kedi kartını versin, evine gitsin okusun, doyamasın... İçsesim susmak bilmiyor, "helal olsun kıza, bak ne güzel dikkat çekmiş, beğenilmiş. Demek ki birşeyleri haketmiş. Hem ortalıkta bir sürü yazar müsvettesi ben feci yazarım diyerek ortalıkta arz-ı endam eylerken, bu kızan kendi köşesinden takılıp buralara gelmiş. Al sen bu kitabı pişman olmayacaksın." dedi ve ben kitabı aldım koşarak kasaya gittim.

Sonuç bir cumartesi 300 küsür sayfalık kitabı sömürerek bitirmeme yetti. Çok güldüm okurken, çok eğlendim. İçim buruldu zaman zaman, çünkü defalarca en iğrenç halimle, en olmaması gereken insanlarla karşılaşmanın utancını yaşadım onun gibi, çünkü defalarca çocukluğumdan kalma bet anılar bugünüme karanlık oldu zaman zaman...

Çok beğendim, çok sevindim, çok gururlandım sanki kitap benim de ben vurmuşum voleyi gibi.

Diyeceğim odur ki; canınız bu sıcaklarda üstünüze hafif birşeyler giyip limonata içmek istiyorsa alınız, okuyunuz.

Peşinen uyarı ; vay efendim ben çok namusluyum, küfür falan bilmem, bildiğim tek bir pozisyon vardır diyenlerdenseniz hiç bulaşmayınız.

Sevgiler...


P.S: Sıradaki dizüstü edebiyat eseri de Her Boku Bilen Adam'dan gelecekmiş. Heyecanla bekliyoruz :)

Tuesday, July 6, 2010

rot ve balans

Yazacak hiçbişeyinizin olmadığı zamanlar oldu mu sizin de?

Hani, yazmak istemediğim, isteyip de yazamadığım, yazıp da beğenmediğim, üşendiğim çok oldu da, yazacak bişeyimin olmadığı pek olmamıştı...

Bir süredir yazacak birşeyim yok. Enteresan bi süreç, endişe ve merakla izlediğim, ama bitse iyi olacak diye düşündüğüm, garip, kireçli bir süreç..

Ben de bunu yazayım dedim...

Friday, June 25, 2010

Sonisphere, bugün!

Bu hafta planınız varsa bizi aramayın, biz Tubik ile birazcık meşgulüz de. :)

Ulan, olur mu olur...


Cuma, Haziran 25

Rammstein 21:00 – 23:00
Alice in Chains 19:00 – 20:00
Pentagram 17:30 – 18:30
Stone Sour 16:15 – 17:00
Blacktooth 15:00 – 15:45
Ete Kurttekin 14:00 – 14:30

Cumartesi, Haziran 26

Accept 21:00 – 23:00
Manowar 19:15 – 20:15
Hayko Cepkin 17:45 – 18:45
Volbeat 16:30 – 17:15
Murder King 15:30 – 16:00

Pazar, Haziran 27

Metallica 21:00 – 23:00
Slayer 19:00 – 20:00
Megadeth 17:30 – 18:30
Anthrax 16:15 – 17:00
Foma 15:15 – 15:45
Gren 14:15 – 14:45


Kerry, sana geliyorum!

Git!

Senin ikiyüzlülüğünden, çıkarcılığından, densizliğinden, popülistliğinden, saygısızlığından artık bana gına geldi. Bizi hiçbiryere götürmüyorsun, geri götürüyorsun. Gözlerimizi kapattın zorla, en olmayacak şeyler bile normal gözüküyor artık. Seni görmeye tahammül edemiyorum, git istiyorum, kaybol. Gemilerini de, altınlarını da, yanındaki adamlarını da al ve git. Senin yerine gelen için de belki benzer şeyler söyleyeceğim bir süre sonra. Ama emin ol, yerine gelenler için hissedeceklerim, sana duyduğum nefretin büyüklüğü ile kıyaslanamayacak.

Sana hiçbir şans vermediğimi söyleyenler oluyor bazen. Sen benim şans vermemi sağlayacak hiçbirşey yapmadın ki. Sen bana hiç yakınlaşmadın ki. Sen beni inkar ettin, halen de inkar ediyorsun. Seni geldiğin yerden götürecek olan da, emin ol, ilk cümlemde saydıklarım değil, bizleri inkar ediyor olman olacaktır. Aramıza "siz - biz" ayrımı sokmuş olman olacaktır.

İşte bu yüzden, git artık.

Tuesday, June 22, 2010

27 bitti

Biten yaşları saymak işte doğum günü dediğin...


Bu sene tek bir dileğim var;


İçim rengarenk bir beyaz olsun...





Saturday, June 12, 2010

Bana göre Avusturya

Yurdum sınırlarına döndüm ey ahali!

Aslında döneli bir hafta oluyor ama ben hala ruh halimin değişikliğini ve yorgunluğumu atamadım diyebilirim.

Önce Viyana'ya sonra yarım saat mesafedeki Stockerau denen yere, sonra yine Viyana'ya gitmeli bi bir haftaydı bu. Eğitildim eğitilmesine de bir sürü başka başka tecrübe de edindim eğitilirken. Üniversite'deyken de bi sürü ecnebi (çocukluğumdan beri severim bu kelimeyi) insanla konuşmuşluğum oldu ama ilk defa böyle bir etkinliğe bizzat katılımcı oldum. 5-6 tane Türk ile birlikte, Mısır'lısı, Fas'lısı, İngiliz'i, Rus'u bir sürü milletten yaklaşık 40 kişiyle koca bir hafta geçirdim. Başka başka kültürlerin alışkanlıklarını gözlemlemek çok eğlenceliydi. Irkçı olduğuna kanaat getirdiğim Avusturya halkının gıcıklıklarına rağmen oraları sevdim diyebilirim.

Türk'lere tuhaf bir gözle bakıyorlar. Ben daha portakalda vitamin olduğum zamanlardan gelen, "oha artık şehir efsanesidir" dediğim o "Türk kadınları çarşaf giyer, Arap'lar gibi yaşar" inancı hala hakim tüm dünyada. Hoş haritada yerimizi bile gösteremezler ya, yine de bira sipariş ettiğimizde "Siz alkol almıyorsunuz ki, neden bira içiyorsunuz?" sorularını yöneltiyorlar ısrarla. Boynumuzdaki şala bakarak "Bunu boynunuza değil kafanıza takmanız gerekmiyor mu?" sorusunu 500'üncü duyuşumda bunu soran kişinin kıçında şampanya patlatarak kutlamak istediğim anlar oldu. "Siz bir terörist tarafından yönetiliyorsunuz" dediklerinde Recep Bey'i kızından daha büyük iştahla savunacak duruma gelmiştim artık...Bir de üzerine İsrail'le yaşadığımız o tatsız olayları duyunca iyice bir gurbetçi hassasiyetine bürünüverdik birçoğumuz.

Yine de güzeldi. Çok şey öğrendim. Aldığım eğitim boşa bir seminer değildi. Zaman zaman çok eğlendim. Türkiye'deki bıyık rekortmenimiz amcayı tanıyan bir bıyık rekortmeni ile tanıştım. Çılgıncasına roller coaster'a bindim. Mis gibi biralar içtim. Ormanda bisikletle yolculuk yaptım. Seke seke yeşillere karışan bir Ceylan gördüm. Eğitimler esnasında verilen takım ödevlerini yaparken Türk'lerin pratik zekalarının ne kadar üstün düzeylerde olduğunu farkettim. Viyana'nın her köşesinden bir sanat aktivitesinin fışkırmasını izledim büyük keyifle...

Çok yürüdüm, çok konuştum, susuz kaldım, o kötü yemeklerden aç kaldım, konu şnitzel olunca alkış tuttum, ve çok yoruldum.

Güzeldi, temmuzda yine yeniden gideceğim... Hevesle...

E tabi bir de hoşbuldum ben Cenk'i görünce :)
























Thursday, May 27, 2010

Günler

Buralarda görünmeyişimi merak eden oldu mu bilmem ama bir not düşmek isterim kısacık...

Ben bile kendimi göremez oldum..
Aynaya bakmaya bile pek zamanım mecalim yok..
Sabah kalktığımda gördüğüm o bitkin şişik yüz de benim değil,
Makyaj yaptığımda gördüğüm o boyalı yüz de...
Akşam yatarken gördüğüm o savaş alanına dönmüş yüz de benim değil,
Makyajı silip altından çıkan yorgun yüz de...

2 gündür Konya'daydım.
Konyalılar kızmasın, sevemedim oraları...

Cumartesi sabah Avusturya'ya gideceğim.
Avusturya'lı varsa kızmasın, sever miyim bilmem oraları...

Ben bu aralar başarıcam diye hırs yaptığım şeylerin peşinden koşuyorum.
Severim sevmem önemli değil.
Hayatıma daha önce girmemiş hırs güdüsü, geçmiş tecrübelere inat bünyeme katılıverdi. Birgün kovacağım kesin ama ne zaman bilemem.

Herkesi çok özlüyorum. Arkadaşlarımızı, ailemizi, kedimizi bile... Ama ben bu aralar daldım gittim, sonu iyi olur inşallah.. Olmazsa da ne yapalım, ne demiş Cem Yılmaz; koy g.tüne rahvan gitsin :)





Tuesday, May 18, 2010

Efsane geldi ve gitti

Ronnie James Dio
1942 - 2010


"My dream would be to be able to give life to a group that played classical heavy metal with ronnie james dio doing the vocals."

Chuck Schuldiner

Saturday, May 15, 2010

"Şarap koyayım mı sana?"

Benim de zoruma giden,

yanımda biri varken

o şarabı tek içmek...

Saturday, May 1, 2010

Oh come on!

Serra Yılmaz'ın Temel İçgüdü diye bir yemek-söyleşi programı var, belki izleme fırsatınız olmuştur. Bugünkü konuğu Geveze idi. Şöyle bir göz atma fırsatı buldum. Serra Yılmaz, Geveze'ye yeni nesil genç kızlar hakkında ne düşündüğünü sordu. Cevap hepimizin tahmin edeceği gibi, çok tektip oldukları, maddi varlıkların manevi varlıklara göre daha fazla değer gördüğü gibi şeyler... Elbette bir de nasıl bir Türkçe konuştukları... Serra Yılmaz çok güzel bir tespit yaptı: "Amerikan aksanı ile Türkçe konuşur oldular. Vurgular, cümle kuruşlar sanki İngilizce'den çeviri gibi..." Tipik Cem Ceminay sendromu diyebiliriz aslında, hatta daha kötüsü... Geveze de bir kelime İngilizce bilmediğine emin olduğu bir kızdan "Toplantı set edelim o zaman" cümlesini duymuş.

Her ne kadar (şunun birleşik mi ayrı mı yazıldığına bir türlü karar veremiyorum) ben de bu şekilde konuşulmasından hoşlanmasam da artık o kadar ortak bir hale geldi ki enteresan tarafı kalmadı benim için.

Ben işin vurgu, aksan kısmından çok gereksiz İngilizce kelime kullanımı ve profesyonel görünmek adına yanlış Türkçe kullanımı kısmına takılıyorum. Bu iki durumu çeşitli örneklerle açıklamaya çalışacağım ama öncelikle şunu söylemeliyim ki iş yerimde bu iki başlık da sıklıkla karşılaştığım durumlar.

Profesyonel görünmek adına yanlış Türkçe kullanımı başlığı altında özellikle bir kalıba takmış durumdayım: "yapıyor olmak". Yapıyor olmak kalıbının uygun olduğu yerler elbette ki var ama oldukça ender. Nedense iş ortamında sıklıkla kullanılan bir kalıp. "Bunları bunları yapabilirsek, bu müşteri ile işi bağlıyor oluruz." Türkçesi, işi bağlarız. "Bu firmanın üzerine gidiyor olabiliriz" Türkçesi, firmanın üzerine gidilebilir. "Şayet sen bu bayiyi oraya yönlendirmezsen bu iş yatıyor olur." Türkçesi, bayiyi yönlendirmezsen bu iş yatar. Tamamen çekim hatasına uğratıyor cümleyi ve bir günde 3'ten fazla duyduğumuzda ki duyuyoruz, bu kalıp kulakları gerçekten tırmalıyor oluyor (!).


Biraz da diğer başlığa, İngilizce kelimelerin gereksiz kullanımına bakalım. Bunun haklı tarafları da var haksız tarafları da. Şu anda çalıştığım yerde, bütün gün okunan neredeyse tüm dökümanlar İngilizce. Herkes günün çeşitli zamanlarında yurtdışından birileriyle İngilizce konuşmak durumunda kalıyor. Bu anlaşılabilir zira eski iş yerimde en son İngilizce konuşalı en az 3 sene olmuş bir grup insan "Ama o başka bir case(!)" diyebiliyordu. Ama yoğun İngilizce'li bir ortamda, hızlı iş hayatı esnasında bazı kelimelerin Türkçe'leri ilk olarak akla gelmeyebiliyor. Mesela bir toplantı için mail ortamında zaman ayarlaması yapılacaksa "Bana da invitation gönderir misin?" cümlesindeki "invitation" kelimesi çok da abes değil çünkü bu eylem gerçekleştiğinde kişi mail kutusunda gelen daveti "invitation" başlığı ile görüyor. Bir noktadan sonra bunun alışkanlığa dönüşmesi anlaşılmaz bir durum değil. Ancak bir müdür yapılması gereken ama yapılmayan ve zaman konusunda geç kalınmış bir iş için bir çalışanını azarladığı esnada "Ne yazık ki It's too late artık" diyorsa, bunu anlayamıyorum. Son duyduğum kalıp ise bunun en uç noktasıydı: "Bu konuda aksiyon almak için aksiyon alalım lütfen." Kastedilen her ne kadar o olmasa da bu cümlenin tam Türkçe karşılığı "Yapmış olmak için yapalım" değil de nedir?






I am Mahir
I kiss you!

Tuesday, March 30, 2010

İçimizdeki çocuk; yersen...





"Yaşanmışlık", "yüreğine sağlık", "gönül dostu" neyse "içimizdeki çocuk" da öyle birşey bence. Gerçeküstü romantizmden kurtulamayan, çocukluğuna ve sözde masumluğuna kıyamayan bir grup (büyük bir grup) insanın yarattığı bir kavram işte.

İnsan iyi veya kötü, hafif şapşal, vurdumduymaz, dünyayı en doğal ve basit haliyle gözlemleyen bir çocukluk dönemi geçiriyor evrim sürecinde. Sonra birtakım tecrübelerle, göreceli zeka gelişimiyle çocukluk halinden ergen ve yetişkine dönüşüyor. Bu geçen zamanda çocukluğundan kalma birtakım özellik ya da alışkanlıklarını ısrarla tutarken, bazılarını da bırakıveriyor geçmişinde. Oyuncaklarını toplamak dışında daha büyük, daha kapsamlı sorumluluklar ediniyor. Bazen canı yanıyor, bazen can yakıyor. Yavaş yavaş büyük gibi düşünmeye, hesaplar, planlar yapmaya, riskleri azaltmaya başlıyor. Herkesle arkadaş olmuyor, hemen küsmüyor, hemen barışmıyor. Çocukluk masumluğu giderek nemlenen beton gibi toz toz dökülmeye başlıyor, ortaya yeni bir yüz, yeni bir ruh, yeni bir insan çıkıyor. Ortaya çıkan sonucu kâh beğeniyor, kâh beğenmiyor.

Yetişkin halinin uçarılıklarının, çocukluktan ısrarla taşıdığı bazı huylarının sorumluluğunu da hooop içindeki çocuğa atıveriyor. İşte bu noktada sorasım var "ne içi, ne çocuğu bilader?" diye... Takribi 12-13 yaşında bırakıp gitmiş işte o börtü böcek halin seni. Yerinde kalan boşluğu da ameliyatla aldırdığın bir organın gibi var zannedip yaşıyorsun hala. Sevgiline kendini sempatik mi göstericen, hop "içimdeki çocuk". Patavatsız mısın? Ah o çocuksu ruhun yok mu? Yok... Kabullen artık...

Sonuç olarak, yaz saati uygulamasında, "Aslında saat daha 6:00, 1 saat daha uyuyabilirim!" diyip uyumaya devam edemiyorsan, kalkıp o işe öpe öpe gidiyorsan, anla ki içinde çocuk mocuk yok senin... Bildiğin ezik büzük bir büyüksün sen...


P.S: Ben bugün bunu gördüm...

Thursday, March 18, 2010

blogtwitter

* Uğur Dündar'da tam bir Amerika Başkanı tipi gözlemledim az önce. Ama daha sempatik, daha sevilesi elbet.


* Ben eskiden spora ne kadar yakınsam, şimdi o kadar uzağım. Neden acaba?

* Facebook'a face denmesinden hiç hazetmediğim net bir gerçektir.

* Bütün günüm oturarak geçmesine rağmen akşam nasıl bu kadar yorgun oluyorum ve eve gelir gelmez koltuğa yapışıyorum çok merak ediyorum. Bu blogu hiç mi doktor okumuyor yaw? Psikolog okusa o bile yeter bana.

* Abramoviç'te Anadolu'da bir ilçede rütbeli askerlerin çocuklarını okula götüren askeri servis otobüsünün bahriyeli şoförü tipi yok mu? (anlayan beri gelsin)

* İngilizce kitaplar okumaya çalışıyorum. Kolay anlarım diye de alışverik kolik benzri kitaplar alıyorum. Kardeşim hepsinde aynı şey, 30 yaşına gelen kadına ikinci baharını yaşamak isteyen teyze muamelesi yapılıyor. 30 çok genç bir yaş değil midir? Yoksa ben de yaklaştığımdan bana mı öyle gelmektedir?

* Kimse kusura bakmasın ama Zülfü Livaneli'nin Veda filmi tam bir ilkokul müsameresi gibiydi. Konu bütünlüğü yok, oyunculara yazık edilmiş, darmadağınık birşeydi işte. Ama ben sinema işinden pek anlamıyorum galiba. Benim beğendiklerimi de kimse beğenmiyor..

* Dominos'tan pizza sipariş edince yanında Sufle de hediye ediyolar uyandıriim :)

* Ben tatlı hiç sevmezdim, 3-4 aydır sürekli tatlı yemek istiyorum. Kilo aldıkça insan daha çok tatlı istermiş. Bu da demek oluyor ki artık engellenemez bir oburluğum, küçültülemez bir göbeğim ve obezliğe doğru ferahça bir yolum var.

* Malum bankanın "üreticinin yanındayız" mottolu sessiz reklamları için Cenk'le sürekli tartışıp duruyoruz. O nefret etti ben sevdim. Uzlaşamayacağız.

* Bizi ciciş sevgili olmakla suçlayan izleyicilerimiz için geliyor (Dutchman'e selam ederim): Cenk'in sessiz hafra tafralarına gıcık oluyorum. Sonra bir de masum masum "bişey yok, ben acıktım" demesine daha da gıcık oluyorum.

* Kediye top hediye ederek geleceğiyle oynadık gibi bir his var içimde. Kaybedip kaybedip ağlıyor.

* Bu aralar pek sevgi dolu değilim. ve bundan memnunum... :D

* Bir selam da hergün aradığım ama sürekli meşguliyetlerini bahane ederek telefonu kapatan ve geri aramayan abilerime gelsin. Burada sessiz, çaresiz bir kardeşiniz var şekerim.

Bilgisayarın pili bitmeden ben bu yazıyı bitireyim..

Öperink...

Saturday, March 6, 2010

Sonisphere'e gidiyoruz Part I

Hazır geliyorlar ya, size bu adamların ne kadar iyi müzisyen olduklarına dair bir hatırlatma yapayim dedim. Bu arada biletlerimiz hazır. Hepinizi bekleriz.

Megadeth'ten geliyor, A tout le monde.


Megadeth unplugged - Montreal live part 7/7
Yükleyen -Papa_Ours-.

Tuesday, February 16, 2010

Serzeniş



Resim : http://www.toothpastefordinner.com




* Mütevaziliği demodelik, kendini beğenmişliği marifet zannedenlerden

* Başkasının söylemesiyle aklına gelen şeyi, başkalarına kendi fikriymiş gibi satanlardan

* Yapılan iyiliğin ardındaki emeği, özeni, yorgunluğu düşünmeden, sanki yapanın göreviymiş gibi teşekkürü bile çok görenlerden

* Herkesi aptal, kendini akıllı zannedenlerden

* İşine gelince selam verip ertesi gün tanımayanlardan

* Espiri anlayışından yoksun olanlardan

* Sırayı sallamayıp kendini öne atanlardan

* Türkçe'yi uzata, yamulta konuşanlardan

* Şarkı söylerken "d" ve "ş" harflerini garipleştiren Türk rock'çı bozuntularından

* Hayvanların canlı olduğunu unutanlardan

* Karısını dövenlerden

* Erkekleri bankamatik olarak gören kadınlardan

* Marjinal olma ayağına insanlıktan çıkanlardan

* Sahtelikle beslenip kendini doğallığına inandıranlardan

* Saygıya sadece kendine duyulduğunda önem verenlerden

* Sevgiyi romantik bir saçmalık olarak görenlerden

ne kadar tiksindiğimi yazmaya kalksam, burdan Çin'e yol olur be blog...

Oh be, rahatladım :)

Tuesday, February 9, 2010

Lunapark

Boş, sessiz,
Benden başka kimsesiz

Üşürken büzüşecek bir uzvu bile olmayan
kocaman bir alan, ne düz, ne yuvarlak
ne kokan, ne solunan

Sadece tek bir toz tanesine yer verebilmişken
nasıl bu kadar dağınık
ve nasıl bu kadar dingin

bir çıt çıksa,
bir toz kalksa

fırtınalar kopar mı bu ovada
karnavallar başlar mı
pamuk şekerci koşup yetişir mi
atlı karıncalar şaha kalkar mı

o tanecik, evvelsiz bir zamanda
o yurtsuzlukta
kendine bir yer gördü

o boyutsuzlukta
kendine bir tepe bulup aşağılara süzüldü
yerine yerleşirken usulca
son meltemi inceden estirdi

şimdi...
sessiz
boş
dingin...

Thursday, January 28, 2010

Karıma

Kulağımda hala bana bilgisayarda söylediğin şarkı var güzel karıcım. Herhalde hayatımın sonuna kadar da "moonlit" diye çınlayacak. :)

4 küsür sene olmuş beraber geçirdiğimiz. Evlendiğimiz günü milat saymıyoruz zaten biz. Yüzüklerden belli. Umarım 44. seneye de böyle mutlu gireriz.

Hayatıma kattığın herşey için teşekkür ederim. Beni kabul ettiğin için sana çok teşekkür ederim. Her gün güzel yüzünle uyanmamı sağladığın için çok teşekkür ederim. Yaşanacak birçok güzel şeyi seninle hayal etme şansını verdiğin için teşekkür ederim.

Seni seviyorum biricik karıcım.

Kocan Cenk.

2 sene ne çabuk geçti?



Evliliğimizin ikinci yılını kutlarken bir aile resmi çekelim dedik :)





Sonra bir de baktım ki çok uzun zamandır görmediğim, ama her zaman gülümseyerek hatırladığım ve çok değerli zamanlar paylaştığım bir arkadaşım bir resmimizi alıp çok güzel bir hediye yapmış bize... Görünce çok duygulandım.


2 yıl ne çabuk geçti diye düşünüyorum ister istemez. Bir de hep sevgili kalsak diye geçiriyorum içimden...

Bugün kutlama yemeği yedik Cenk'le. Günün anlam ve önemini anlatan bir konuşma yapmasını istedim. O da yaptı... Farkettik ki bu 2 yılda bir sürü küçük zorlukla başa çıkmaya çalışmışız. Artık bu senenin daha bir keyif senesi olmasını istiyoruz...

Her zaman sevgi ve huzurla geçsin ömrümüz...

Monday, January 25, 2010

Karlar düşer...

Herkesler kar resimleri koyarken biz eksik mi kalıcaktık?

Kar İstanbul'a ilk bizim evden düşüyor gibi bir his var içimde. Zira bu sene gördüğümüz üçüncü kardı bu. Ama etkisi hepsinden uzun sürdü haliyle. "86'da bi kar yapmıştı, arabayı kaybetmiştik." geyiklerine özenmiş 2010 kışı belli ki... Biz de iki akşam önce, karlar iyice üstüne basıp da gırç gırç ses çıkartır hale geldiğinde, attık kendimizi sitemizin yollarına..




Bizim eve misafir olmuş kişiler, evin kapısına ulaşmak için geçtikleri o soğuk koridora sitem ederken bir daha düşünsünler derim ben... Yakında kardan adam yapacak seviyeye gelecek apartmanın içi... Bakıyorum günde 3-4 kez görevliler gelip karları siliyor koridorda.. Nasıl iş anlamadım :)



Madem karda yürümeye çıktık, alttaki bakkala uğramamak olmaz dedik. "Gel kar topu oynuyoruz" dedi Cenk ama bakkal yanaşmadı. Onun yerine içimiz ısınsın diye sıcacık sahlep ikram edip yolladı..





O karda makinayı ne diye yanımda götürdüm ben de bilmiyorum. Eve geldiğimizde lensi buğu ve damlacık içindeydi. Neyse ki düzeldi. Bir de poz veriyorum ki sormayın..





Gördüğünüz gibi daha otantik pozlarım da yok değil :)





Bu da artık kar yağışının çekingenliğini iyice attığı, "yaşasın özgürlük" nidalarıyla etrafa güldür güldür saçıldığı bu sabahtan görüntüler... Balkon kapısı açılmayacak hale geldi şu an itibariyle.. Neredeyse yarım metre kar var.





Park yerini temizlemeye uğraşan güvenlik. Bütün gün bununla uğraştılar biz rahatça park edelim, kaza bela çıkmasın diye. Sağolsunlar...





Ve kedimizin karla ilk tanışması. Daha önce camın arkasından, kar tanelerini yakalamaya çalışmak için zıplamakla yetinmişti. Ama şimdi, kendi ellerimle koydum yavrumu karların içine.




Ne yapacağını bilemedi başta.. Kafasını sokmaya çalıştı, kum gibi eşelemeye çalıştı yine olmadı.




En sonunda "Eeeeh, bu mu lan bu kadar abarttığınız? Soğuk bi toz işte be!" dercesine her tarafı kar olmuş halde içeri girdi...


Bizim kar maceramız da böyle geçti işte blog. Cem Yılmaz'ın (gerçekten kendisi mi bilmiyorum ama) twitter'da dediği gibi Erzurum'da insanlar -30'da yaşıyor, biz burada -2'yi görünce kırmızı alarm veriyoruz. Ama görmemişin oğlu olmuş, çekmiş pipisini koparmış hesabı bizimki de işte.. Uzun zamandır görmedik ya, heyecan bastı işte..

Sevgiler, saygılar, kimsenin keyif dışı üşümediği nice beyaz kışlar...


Sunday, January 24, 2010

Vurulduk ey halkım





Acıları, hataları hatırlanmayacak şekilde diplere itmek gibi kötü bir alışkanlığımız olsa da toplum olarak, unutmadığımız, acısını, haksızlığının verdiği öfkeyi derinlere itmediğimiz, hep taşıdığımız ender insanlardan biri...

17 sene önce bugün, yine soğuk bir günde, etrafına kordon çekilmiş bir arabanın kenarlarından saçılmış aydın parçalarını toplamaya çalışan polislerin görüntüsünü gördük her birimiz ekranlarda...

Adınlığımız karanlık oldu, Madımak'ta çıkartılan, aydınlığı söndüren yangın gibi...

Sevgiyle, saygıyla, yasla, acıyla, rahmetle anıyoruz...

Tuesday, January 19, 2010

Uyku, biraz uyku

Böyle bir şarkısı vardı MFÖ'nün hatırlarsınız.


Çalışırken özellikle pazartesi sabahları (özelliklesi yok aslında hemen her gün) küçük Emrah gibi söylediğim.


Bu sayıklamaları özledim blog. O kadar uyudum o kadar uyudum ki bu işsizlik döneminde, benim gibi bünyeyi bıktırdı desem yeridir. Sabah bir sebepten erken uyanmam gerekliyse artık "5 dakka daha" demeden kalkar hale geldim. Beni iyi tanıyanlar bunun bir devrim olduğunu düşüneceklerdir. Haklılar da. Zira "Bence bu hayatta uyumaktan daha güzel bişey yok" diyebilecek kadar çok sever(d)im uyumayı. Ama tehlikeli bir uyuşturucu gibi olduğunu anlamam fazla uzun sürmedi. Erken kalkmam için bir sebep yoksa, 13 saatlik rekor uyumalar bile yapabildiğimi gördüm ve korku içindeyim :) Hayatın geçip gittiğini görmek, uzun uykulardan sonra insanın kendine gelmesi de uzun sürdüğü için, bir bakıyorsun akşam olmuş ve sen hayatında bomboş geçirdiğin bir gün yaşamışsın. Ne korkunç!


Sebebini düşündüğümde, doğduğumdan beri bu kadar oturarak geçirdiğim bir dönem olmadığını, okul döneminde en uzun tatilimin 1 ay sürdüğünü, geri kalan sürede bile bir işle meşgul olduğumu, bir amacımın olduğunu gördüm. Evde işsiz oturmak ne demek bilmediğimden, bu zamanı nası kullanacağımı da bilmiyordum ve bu beni garip bir boşluğa düşürdü. (Bu söylediklerime kendim bile inanamıyorum) İşsiz günler geçirip yapmak istediğim tüm şeyleri yapacak zaman dilediğimde bunu hiç hesaba katmamıştım :) Her sabah kalktığımda "e ben ne yapıcam şimdi?" diye şaşkın şaşkın baktım durdum.


Herneyse, sonuçta bana hayata bakış açımla ilgili bilmediğim birşey gösterdi bu süreç. Zaman çok önemli bir değer. Uyuyarak, boş oturarak geçirilemeyecek kadar değerli. Çalışmak aslında zorunlu şekilde insanın hayatına bir değer katıyor, bir şekle şemale sokuyor, bazı şeylerin değerini daha net gösteriyor ve daha büyük istekler aşılıyor. Zamanın geçtiğini bir disiplin olarak insanın beynine sokuyor.


O sebeple işe başlayacağım günü iple çekmekteyim.


Demin baktım da, bizim kedinin bile hergün bir amacı var.


Bugün de pencere önünde, yere düşen kar tanelerini yakalamak için zıplayıp duruyor...

Thursday, January 14, 2010

Hayırlı olur mu acaba?



Yılbaşı öncesi dileklerimi sıralarken "Benim genelde Hıdırellezlerde kağıda çizdiğim dileklerim gerçek oldu." demiştim.



Bugün de bir örnek vereceğim. Geçen seneki Hıdırellez'de kağıda çizdiklerimi paylaşmıştım sizinle. Bir tanesini gizli tutarak. Bu sayfadaki resmin en altında birşey gizli. Yelkenlinin hemen altında. Başka biryerde çalıştığımdan gizlemiştim yayınlarken. Paint'le beyaza boyamıştım orayı. Yukarıda gördüğünüz resmin aynısını çizmiştim tam o kısma.



1 Şubat'ta işe başlıyorum :))))







P.S : "E hani sen farklı şeyler yapmak istiyodun, kitap falan?" derseniz de geçen seneki resmin sağ alt köşesinde bir dükkan var.. Bir kitap dükkanı.. Bir gün o da olacak...

Saturday, January 9, 2010

Endgame

Bilen bilir. En sevdiğim gruptur Megadeth. Grubun esas adamı Dave'e olan hayranlığımı bir yana bırakırsak Megadeth her zaman benim için bütün diğer gruplardan bir adım önde olmuştur. O karmaşık iç içe geçmiş gitar melodileri çocukluğumdan beri beni kendine bağlamış ve bu yaşıma kadar getirmiştir. Fakat bileceğiniz üzere bu grubun kadrosu da zırt pırt değişiyor Marty Friedman ve Nick Menza'dan beri (onlardan evvel de öyleydi aslında). Hatta o 2002 - 2004 döneminde grubun kurucularından Ellefson bile bıraktı grubu, arkasında bir sürü kavga gürültü bırakarak. Hala Mustaine ile devam eden davaları bile var diye biliyorum.

Ancak anlaşılan şu ki, geçirdiği sakatlık falan pek de sarsmamış Mustaine'i. Yanına da Chris Broderick'i almış (Nevermore'dan). Bu senenin en iyi albümünü çıkardılar benim gözümde. 80'lerde olsak bu albüm kafaya oynardı, Platin falan alırdı muhtemelen, şimdi ise ancak bizim gibi yaşı hafif ilerlemiş, evli, kedili adamları sevindirmeye yarıyor. Bahsettiğim albüm Endgame.


Çok ufak bir istatistik vereyim müzik dünyasından aldığı yorumlara bu albümün.

Metalhammer 9 / 10
Blabbermouth 8.5 / 10
Sputnikmusic 4.5 / 5
About.com 4.5 / 5

Evet ya, bildiğimiz Megadeth. Çatır çatır bir albüm yaptılar ve ben bu blogu, bunun farkında olmayan güzide metal insanları için yazıyorum.

Açın gözünüzü kardeşim yahu. Bakıyorum bir kısmınız kendini jazz'a falan vermiş. Öbürleriniz de karınız ne dinliyorsa onu dinliyor. Hatta konserlerde "Zıleyıııır, zıleyııır" diye yırtınan bazı eski arkadaşlarımın gitarlarını sattığı, gitarın parasıyla da kendine trici bir cep telefonu aldıklarını duyuyorum. Yapmayın etmeyin. Bu albümü alın, direk 44 Minutes (seversiniz siz "van minüts"cular), Endgame ve How the story ends şarkılarını dinleyin. Sonra da gelin bana burdan yorum yazın. "Harbi Megadeth lan bu" demezseniz ben bu işi bilmiyorum.

Gözlerinizden öpüyorum.

Göreceksin kendini

çocukluk rüyanda
elele okul yolunda
aniden başlayan
ilk gönül macerasında
aşkına inanmayıp
akan gözyaşımda

görecek göreceksin kendini
o kırılan aynada
beni ve ölümsüz sevgimi

mutluluk arayan
her genç kızın hülyasında
sevgiyi inkar eden
bu bencil ve nankör dünyada
köşesine büzülmüş
hayattan korkanlarda


görecek göreceksin kendini
o kırılan aynada
beni ve ölümsüz sevgimi

görecek göreceksin kendini
o aldatan aynada
elveda derken ben sana

görecek göreceksin kendini
o aldatan aynada
elveda derken o kırık aynada


Nilüferin'di... hatırladınız mı?