Wednesday, December 31, 2008

Mutlu yıllar blog!








Güya biz de evimizi süsleyip çam ağacı olayına girecektik ancak üşengeçliğimizden, miskinliğimizden ve zannedersem çok da hevesli olmayışımızdan yapamadık. Evimiz kuru kuru girecek yeni yıla. Aslında daha birçok şey var almadığımız, banyo sepeti, çamaşır sepeti, sandalye, çerçeve, sehpa, masa lambası, vs vs.. Olsun eksik falan giricez işte 2009'a, kalanlar da tamamlanır işte..


Ben de ofiste Selinimin yanıbaşında duran mini mini ofis çam ağacını çekip buraya koyuyorum. Her sene olduğu gibi bu sene de yeni yıldan bi sürü şey bekleyerek ve bu beklediklerimi noel baba'nın değil sadece kendimin sağlayabileceğini bilerek... İşte 2009 beklenti listem ;


1. Huzur (iç dış farketmez, combo olsa daha bi güzel olur)

2. Fotoğraf Makinası (D-SLR)

3. Zaman (Sadece bana ait, uzunca zaman)

4. Sağlık ( İşe gitmemek için ısrarla hasta olmaya çalışsam da domuz gibiyim sanırım, hiçbişey olmuyo)

5. Para ( Şimdi istesen nolcak istemesen nolcak huzur olmayınca ama, heryerde indirim var gözüm dönmüş durumda, ayapkabılar, ceketler, elbiseler, kokular... yum yum yummmm.)

6. Bol kitap

7. Sevgi

8. Aşk

9. Aile saadeti

10. Bahçeli ev

11. Köpek

12. Ford Mustang GT 500


Kafama göre sıraladım valla. Mustang'i her sene diliyorum ama bakalım hangi seneye kısmet olacak!


2008'de çok güzel şeyler yaşadım, çok fazla şey öğrendim, çok iyi arkadaşlarım oldu, gidenler oldu, evlendim, kızdım, güldüm ağladım, ama yaşamak gerçekten çok güzel, bu sene zamanın kıymetini anladım. Umarım 2009 zamanı iyi kullanabildiğim, sevdiğim tüm insanlar yanımdayken mutlu olduğum güzel bir sene olur..


En iyi dilekleri sizler için de diliyorum..


Sevgiler..

Monday, December 29, 2008

Celtic FC ve PES2009

"...gerçek peszade örneğin pes 2009 'da şampiyonlar ligi modunda celtic'i alıp barcelona , juventus, villareal gibi takımları eleyip finale çıktığında ve finalde manchester united a uzatmaların son dakikasında yediği golle yenildiğinde gözünden iki damla yaş süzülen ve "buraya kadar gelmemiz de mucizeydi" diyebilendir.manchester united kupayı alırken sigarasını yakar, arkasına yaslanır ve ev ahalisinden teselli alır, peszade. kalbinin derinliklerinde bir iskoç takımını sir alex ferguson un dev kırmızı şeytanlarının karşısına finalde çıkartmış olmanın gururu vardır. oyunu load etmeye gerek yoktur."

Ekşi'den Erdem'in yazısı, sormadım ama herhalde izin verir buraya koymama. :)



Haberler

Uzun zamandır internetten ya da gazeteden haber okumuyorum. Çeşitli sebeplerim var kendime göre. Hiçbir gazetenin tarafsızlığına inanmıyorum mesela. Bir gazete, benim inandığım şeyler çerçevesinde yayın yapıyor olsa bile tarafsız olmadıkça takip etmek istemiyorum. Sonuçta benim öyle veya böyle tarafsız bir şekilde haber alma özgürlüğüm olmalı ki bağnazlık yapıp tüm algılarımı kapatmadan bişeylerden haberdar olabileyim. Yorum yapmak bana kalsın. Bilmediğim şeyler benden gizlenmesin ve ben sadece gaza gelmişliğimle taraf tutmıyım.


Ama tabi tüm bunlar benim fazla iyi niyetli hayallerim olabiliyor ancak. Nerde bizde öyle medya, öyle basın mensubu, öyle denetim kurulu, öyle köşe yazarı... Vardır illa ki bi yerlerde ama gözümüze gözümüze çarpıyor olmaları gerekirdi, 3 saniye içinde hepsinin adını hatırlamamız gerekirdi. Öyle değil..


Başka bir sebep ise, memleketimde hiç güzel olay olmuyor gibi (hakikaten olmadığına inanmak istemiyorum) nereye baksam kan, vahşet, sapıklık, cahillik, seviyesizlik görüyorum. Artık dayanamaz hale gelince de bıraktım bakmayı. İçim almıyor Filistin'de kameraya bakıp kelime-i şahadet getirip ölen insanlar görmeyi, magazin güllerinin saçma haberlerine uzun uzun yer verilmesini, değerli devlet büyüklerimizin dakika bazlı saçmalayıp gaf yarışı yapmalarını.. Ve daha nicelerini...


Durum böyleyken ben haberleri genel olarak bloglardan ya da ailem/arkadaşlarımdan duyuyorum. Zaman zaman bihaber kaldığım bile olabiliyor bazı şeylerden. Ama gel gör ki bu sabah hava soğuktu, çayımı aldım, geç kaldığımdan markete uğrayıp poğaça alamamıştım, arkadaşlardan poğaça buldum, eh bu durumda gazete keyfi yapmamak olmazdı. Ama sonuç ne oldu? Değişen birşey yok. Yine tövbeliyim... İşte örnekler ;


* Yine el kadar kız çocuğuna tecavüz ediliyo, defalarca, sonra sokağa atılıyo. Babası hapiste, annesi akrabalarına bırakıp terketmiş. Çocuğun hayatında bundan sonrası nasıl şekillenecek belli değil. Dayanılacak gibi değil.


* Filistin'de yüzlerce kişi bir anda katlediliyor. Buna değecek şeyin ne olduğunu hiçbir zaman anlamadım ve anlayamayacağım. İzleyince mantığım bile acı çekiyor.


* Sağlık konusunda kendi ülkesine hiçbir fayda sağlayamayan, özel sigorta şirketlerinin havadan kazandığı paralara rağmen muayenede bile problem çıkartarak hastaları mağdur ettiği, özel olmayan sigortasında zaten hiçbirşeye çözüm olmayıp insanlara kan ağlattığı ülkemde, özel hastaneler yabancı uyruklu müşterilerine turistik hizmetler vermeye başlıyor ve krize çalım atıyor (!).

* Bakın bunu sonradan görüp ekledim. Eğitim adı altında öğrencilere çeşitli derslerin ve birtakım öğretene has tekniklerin sunulduğu, birşey vermeden çokşey isteyen bir sınav sistemi üzerine kurulmuş düzene ait bir haber. Körler sağırlar birbirini ağırlar misali.

Pazartesi günü, yeterince sinir bozucu bi gün zaten.. Sabah sabah öyle şeyler okudum ki bunlar sadece 4 tanesi ve bu durumda insanda sendrom falan bile kalmıyor haliyle..
Yılbaşı öncesi ne güzel haberlerle başlıyoruz haftaya, 2009 daha iyi olacak diye umut etmenin yanından bile geçemeden...

Thursday, December 25, 2008

Parti parti blogır parti!

Blog hadisesi giderek daha da enteresanlaşıyor gözümde, aynı zamanda daha da olağanlaşıyor ironik bir şekilde. Yoksa ben de şizofreniyi teğet mi geçiyorum ey halkım? Belki benim bu kararsızlığım da psikolojiktir ha?


Dün akşam, gelme gitme sırasını sallamadan Tanya ve Ersin Abi'nin -bizim yaş grubuna göre- Disneyland sayılacak müthişlikte evlerine gittik. Tanya bizi davet ederken telefonda bir iki çıtlatmıştı ama ben böyle bir manzara beklemiyordum açıkçası. Zapping yapa yapa okumaya başladığım blogırlar toplanmış yeni yılı kutluyorlardı şimdiden.


Asansör kapısı açılır açılmaz patlayan flaşla ne oldum derken, bir de baktık bir sürü insan! E hemen hemen hepsini de bir şekilde ucundan kıyısından okuya okuya tanıyoruz. Bir cümbüş bir neşe. Kaynaşmamız çok da zaman almadı haliyle. Tanışıklığımız ete kemiğe bürünmüş oldu. O telefon teli saçlı minik yumuk Defdef'in anası (!) sevgili adaşım Tuğba, meğer bi dönem farkında olmadan iş yeri komşuculuğu oynadığımız Seden, second life denemesiyle beni benden alan Aslıcin, hiç tanışmasak da bize de bir yılbaşı tebrik kartı hazırlayarak ve lösev'den minik ama büyük (teğet diyorum seyirci!) bir hediyeyle yeni yılımızı kutlayarak bizi mutlu eden Şebo ve Depeche Mode hayranlığı ile dikkatleri çeken Hasan Bey ile her kafadan bir sürü ses çıkartarak sohbet ettik, güldük, eğlendik. Biz herkesi çok sevdik ve eve büyük gülümsemelerle döndük. Uzun zamandır iş güç derken topladığımız stresi bir kalemde atıverdik hamdolsun.


Cenk köfteleri hüpletti, ben cır cır konuştum. Bolca müzik dinledik. ,Bir sürü fotoğraf çektirdik (bazılarında kafam yamuk, bazılarında kaynadım, bazılarında beynime nur inmiş). Çok güzeldi çok.


Bizde fotoğraf makinası henüz olmadığı için fotoğraf falan çekemedik ne yazık ki ama ben utanmadan, belediye yardımına ihtiyaç bırakmadan, Tanya'nın sayfasından araklıyorum iki resim ve bana kızmaması için (nelere kızmadı buna hiç kızmaz sanırsam :D) dua ediyorum.





İşte yenilen içilen sohbet edilen o kıymetli masa ve iştirakçiler. Resmi Tanya çekti bu sebeple kendisini normal olarak burada göremiyoruz ama hemen aşağıda kendisi de var.







Mesela burada da Seden yok, niye? Çünkü fotoğrafı o çekti! Ama bir üst resimde kendisini Tuğba'ya sarılırken görüyoruz zaten.

Ah bu güzel gecenin hatıralarını unutmak olur mu? Bundan sonra göreceğiniz resimler araklama değil bizzat ellerimle doğal ortamımda çekilmiş resimlerdir.






İşte Şebo'nun yılbaşı kartı ve minik lösev çan magneti.






Tanya'nın minik sürprizli hediyesi. Görmekte olduğunuz ambalajıdır.


Ve Tanya'nın Cenk'e süpersonik hediyesi. Bu satırlar yazılmadan önce kedi ve Cenk arasında bol mücadeleli bir müsabaka gerçekleşti, belirtmek isterim.

Toplu hediye fotoğrafı.

Biz bu kadar hediye toplamışken, gayet elimizi kolumuzu sallayarak gitmiş olduk tabii. Sonrasında akıl edemediğimize üzüldük elbette. Ama sonra tekrar görüşmelere fırsat bırakacak bir borç olur belki diye avuttuk kendimizi, tıpkı Ersin Abi'nin t-shirt'ü gibi :) Bu arada şunu da farketmiş olduk ki, Ersin Abi'ye herkes hocam derken bi biz varmışız abi diyen :)

Daha anlatacak çok şey var ama gece biraz geç yatıldı haliyle. Uyumak için daha yarın öğlen yiyeceğim simitleri sayacağım.

Sevgilerimle...

Tuesday, December 23, 2008

Kısır

Yarın yine işe gideceğim, gün içinde bi yarım saat de olsa yazı yazmaya ayırırım umuduyla. Sonra bir sürü koşturmayla geçecek günüm. Kaçak kaçak severek okuduğum bloglara bakınacağım. Ancak kendim yazı yazacak bir fırsat bulamayacağım ve sonraki güne erteleyeceğim. Madem öyle olacak, tophanenin dumanlı taburelerinde otururken bir iki satır karalıyım dedim kendime. Ve yerleştirdim parmaklarımı harflerin üzerine.
Yine parmak izlerim yeterli gelmeyecek bana bu sayfalarda biliyorum, uzun zamandır olduğu gibi. Geçenlerde eski yazılarıma baktım bu sayfadaki. Sanki daha korkusuz, daha hovarda, daha pozitif, daha iç açar gibiler. Bu aralar ruh halimden mi yoksa biriktirdiklerimin dolup dolup taştığından ve vitaminimin taşan kısımla gittiğinden mi bilmem, tat vermiyor fazla cümlelerim. kısır olmuşlar gibi sanki.
Olsun, geçiş sürecidir belki diyerek bir umut egzersiz yapıyorum hala. Bir sürü güzel blog okudukça memleketimin insan manzaraları daha bir panoramik daha bir leb-i derya geliyor. Mutlu oluyorum...

Why vote for a lesser evil?

"Neden daha az kötü birine oy veresiniz ki?"
"Başkan Cthulhu!"

En iyi 5 heavy metal albümü

5. Nightfall in Middle-Earth - Blind Guardian



Doğdum, biraz büyüdüm, metal müzik dinlemeye başladım. Dinledim dinledim dinledim... Sonra farkettim ki hiç el atmadığım konular varmış, oralara girdim, zamanla onlar da popüler oldular zaten, duymayan bilmeyen kalmadı. Çok uğraştılar bu albümü yapabilmek için. Çok okudular, çok hayal ettiler, çok çalıştılar ve çok dinlediler. Sonra da yaptılar. Bir başyapıttır bu albüm. Acilen edinmeniz gerekir. Power Metal derler aslında BG için, ama tabi bu albümü öyle bir sınıfa sokmak haksızlık olur. Ben de Power Metal falan sevmem zaten, insanların aklında E x 30 üzerine double bass ve çığıran bir vokalden başka birşey sokmadığı için.

Bu albüm başından sonuna kadar bir planlama harikasıdır. İçerisinde tek tek bakıldığında efsane şarkılar barındırır. Ama asıl zevki kasedi takıp başından sonuna kadar dinlediğinizde alırsınız. Şiddetle tavsiye ediyorum. İçinde dinleyecek hiçbirşey bulamazsanız ve ulan Cthu, verdiğin tavsiyeye bak derseniz en yakın tavlama fırınında kendimi katledeceğim, söz.

4. Vulgar Display of Power - Pantera

Yuh. Yuh Anselmo, seneler sonra yine yuh. Bu albümü ilk dinlediğimde sanırım 15 yaşındaydım ve albüm çıkalı temiz 3 sene olmuştu. Babalar yapmış ya süper falan diye dinlerken anladım ki aslında Anselmo bütün hayatını vermiş o albüme. Nefret dolu bir albümdür, her türlü aşağılama, her türlü hor görme, küfür, her türlü eleştri içerir bu albüm. Aslında Sepultura'nın yapmaya çalıştığı ama Max'ın kıt ingilizcesi ile yapamadığını bir çırpıda yapmıştır Anselmo. Ha bir de şunu yapmıştır, herhangi bir metal bara gidin, ayağa kalkın, hızlıca "One, Two, Three, Four" diye bağırın, muhtemelen 5 saniye içerisinde "Fucking Hostile" çalmaya başlar. :)

Helal olsun.

3. Rust in Peace - Megadeth


Thrash. Evet. İşte bu. Hayatta en sevdiğim şarkı olan Hangar 18'i barındıran albümdür. TRT'de Şener Yıldız vardı. Bilirsiniz, adam neredeyse doğduğundan beri Rock Market diye program yapıyor. Ya ne kadar çalardı Şener Yıldız bu şarkının klibini. O da hastasıydı sanırım. 1990 yılında çıktı bu albüm, herhalde Lars Ulrich oturup ağlamıştır Tornado of Souls'u dinledikten sonra. "Ulan naptık da yolladık bu adamı biz, yerine getirdiğimize bak, kıvırcık sıskanın teki, böhü" diye mesela. Aslında iyi yaptı, Exodus'u da kurtarmış oldu Kirk'den ama tabi bu başka bir tartışmanın konusu.

Bu arada başka bir konuya değinmeden edemeyeceğim, Dave bu albümü yapmadan evvel Marty Friedman ve Nick Menza'yı sadece albümü kaydetmek için gruba alıyor, alış o alış. Gun's'ın ve Whitesnake'in de prodüktörünü ekleyince işin içine, saçma sapan kalitede bir albüm çıkıyor, hoooop benim listemde de 3 numara oluveriyor.

Dave'in de çok umrundaydı benim listem. :)

Saçlarının hastasıyım bu arada. :P

2. Reign in Blood - Slayer


Raining Blood ve Angel of Death şarkılarının aynı albümde olması zaten başlı başına büyük bir olay. Hanneman bu şarkıları yazarken nasıl bir ruh halindeydi acaba. Herhalde normal ruh halindeydi, çünkü daha evvel Hell Awaits'i yapmıştı, sonrasında da South of Heaven'i yapacaktı ama bu albümü bir başka yapmıştı be. Bir daha hiçbir şarkı Angel of Death'in geçiş kısmındaki gitar riffinin tadını vermedi. Bir daha hiçbir double bass Lombardo'nun Raining Blood'daki o ham ve gürültülü abanışının yerini tutmadı. Tutmadı işte. Onlar bu albümü 1986 yılında yaptılar ve bütün metal camiasına ağzının payını verdiler. Saygıyla eğiliyorum. Bundan sonra yaptığınız herşey size helal olsun. :)

1. ...And Justice for All - Metallica


Bu sıralamada biraz torpil olduğunu mu düşünüyorsunuz? Ya da ulan Master of Puppets'ı koysaydın bari falan mı diyorsunuz. Bırakın da izah edeyim.

Elime aldığım ve kaset çalarıma taktığım (ablamın kaset çaları :) ) ilk albümdür ...And justice for all. Dolayısı ile dinlediğim ilk thrash şarkı da Blackened oluyor. Duyup da gerçekten algıladığım ilk gitar tonu ve sesi de haliyle bu albümden oluyor. Aman Allahım, o nasıl bir sestir, nasıl kulaklardan girer, aşağılara iner, akciğeri doldurur, bütün vücudunuzu sallar ve bir sonraki nota için yalvartır. Eline gitar alıp da bu tonu yakalamak için haftalarını veren adamlar biliyorum ben, olmaz, çünkü o sadece 1988 yılında kaydedilmiş bu albümde vardır ve başka hiçbiryerde olmayacaktır. Bütünüyle muhteşem bir albümdür ve es geçilecek bir tane şarkı bile yoktur içinde. Lars Ulrich'in kişisel şovunu (zaten şovmendir kendisi epeyce ) yaptığı albümdür aynı zamanda. Baterinin başlı başına bir enstrüman olduğunu, ona değer verilmesi gerektiğini, metal müziğin yarısının aslında bateri olduğunu biraz da abartılı bir şekilde gösterir Lars.

Kirk bile bu albümün benim gözümde en iyi metal albümü olması gerçeğini değiştirememiştir bütün o tilu tilu sololarıyla. 8.7 milyon satmış bu arada. Bir tanesi sizin değilse lütfen sağ üstteki büyük X tuşuna basın, bir daha da görmeyeyim sizi buralarda. :)
Toprağı bol olsun, Cliff Burton da yakışırdı bu albüme.

Sonsuz yazı

Issız adam adlı filmin etkisiyle uzun süredir sinemaya gitmiyoruz. Ben zaten tuhaf bir yargılama sistemi olan bir şahıs olduğumdan kelli, sinema denen şeyi izlerken genelde ters yorumlar yapıp benle izleyen kişilerin asabını bozuyorum. Ne bilim, bir adamın rol kesmesini beğenmiyorum, bir repliğe takılıyorum, 2 saat onu yorumluyorum falan. Kötü bir huy, adamın keyif almasını engelliyor. Ama bir filmi çok sevdim mi de, tam severim. :) Issız Adam'da öyle oldu mesela. Filmin doğallığı sayesinde hiçbirşeye uyuz olmadan, müthiş bir mutluluk ile izledim filmi. Sonrasında Arog falan geldi ama gidemedik, çok da komik değilmiş galiba.

Çok uzun zamandır blog yazmıyoruz, blog okuyoruz ama blog yazmıyoruz. Hayatımızın bir parçası oldu blog, onsuz yapamıyoruz. Ama bazen blog yazmak için blogu sevmekten daha da fazlası gerekiyor. Sonuçta kendinizle veya başka birşeyle alakalı bir yazı yazıyorsunuz. Biraz da havanızın yerinde olması gerekiyor herhalde. Ne bileyim.

Bak Dutchman öyle mi, adam her daim yazıyor, bizim siteye de dadanmış saolsun, bol bol okumuş bizim siteyi. Her sabah açıyorum Dutchman'i. Biraz okuyorum, kalanını öğlen yemeği sonrasına bırakıyorum, hemen bitmesin diye. :)

Merak edenler:


Yine EVE-Online'a dadandık bu aralar. Batu da başlıyor bu hafta itibariyle. Müthiş savaşlar dönüyor ve kardeşiniz listelerde epeyce yukarılara tırmanmış durumda. Bakın göstereyim.

Bu resimden ne anlayacam diyenler için kısa bir özet çakayim. Eve-Online insanların yaratılmış bir evrende, çeşitli sistemlerde, uzay gemilerine sahip olabileceği ve birbirleri ile çeşitli amaçlar uğruna çok büyük savaşlar yapabilecekleri, tamamen taktik ve ekonomi üzerine dayalı bir savaş oyunudur. 100 vs 100, 250 vs 250 falan savaşları vardır ve Fleet Commander'lar yönetiminde yapılırlar. Bu battlefieldlerde savaşlar saatler de sürebilir, sadece birkaç dakika da sürebilir. Oyna oyna bitmez. 4 seneye yakın zamandır oynuyorum. Arada bir bıraktım 5-6 aylığına ama bak dönüşüm muhteşem oldu.

Ayrıntılar için:

EVE-Online

Yazıyı yazıyordum ki fabrikada bir sürü aksak giden şey oldu. Ya bazen bir müşterinin ürününün başına öyle şeyler geliyor ki arka arkaya, bu Murhpy denen arkadaşın dediklerine inanmaya başlıyorum. Tanıyorsunuz değil mi kendisini? Bakın bunları demiş Murphy:

"If there's more than one possible outcome of a job or task, and one of those outcomes will result in disaster or an undesirable consequence, then somebody will do it that way."

"Whatever can go wrong, will go wrong, and at the worst possible time, in the worst possible way."

"If anything can go wrong, it will."


Saygılarımla.

Friday, December 19, 2008

Happy Birthday Hubble Bubble!




Çok sevgili okurlar. Tam 2 senedir, sayınız giderek artarak bizleri okudunuz, takip ettiniz, yorumlar yazdınız ve karşılıklı olarak birçok güzel şey paylaştık..

Çok sıkıcı olmadı mı sizce de bu giriş? TRT spikerleri gibi.. O yüzden başka bir giriş yapalım!

Biz burada yazarken deli gibi mutlu olduk, üzüldük, eğlendik, ağladık, güldük, sinirlendik, takdir ettik. Ve sizler buralardaydınız. Bazılarınızla tesadüflerle karşılaştık ve ev ziyaretine bile gittik! (Canım Tanye ve saygı değer sevgili)

En doğru ne şekilde anlatılır bilmiyorum ama burası bizim için çok önemli bir alan ve sizlerin iyi ya da kötü görüşleri de bizler için çok önemli. Günde 1000 kere refresh edilir mi bi sayfa?


Bu sebeple bu sayfayı takip ettiğiniz, bizimle yorumlarınızı paylaştığınız, zaman zaman çeşitli konularda bize destek olduğunuz için çok teşekkür ederiz. Sayenizde bu hayta blog 2 yaşına bastı bile!!!

Sunday, December 14, 2008

Bir ben var, benden içeri..

Kelimeleri ne yan yana ne alt alta dizesim var bu aralar. Tıpkı yemek yapmak, birikmiş çamaşırları yıkamak, işe gitmek, tv izlemek, düşünmek, kitap okumak istemediğim gibi. İçimde onlarca ben var da sürekli savaşıyolar, nedenini bile bilmediğim kavgalarla bağırış çağırış kaynatıyolar içimi. Bu hengamede kendimi duyamıyorum. Bir dakika düşünüp, nefes alıp, yoluma karar veremiyorum. Bu hengameden de, içimdeki tubiklerden de, sorumluluklarımdan da ölümüne kaçıyorum. Arkama bakmadan tazı gibi koşuyorum günde belki yüzlerce kez.
Bir yerlerde büyükçe bir hata yapmışım, bir kaç tubik eksik kalmış ve içimdeki diğerleri de o boşluğun karmaşasıyla düzeni oturtamıyorlar, karıştıkça karışıyolar. Sanki eksik olanlar da gelse, herkres vazifesini bilecek, herkes köşesinde sakince işini yapacak. Ama hangisi ya da hangileri eksik, onu bir türlü keşfedemedim, bulamadım. Eksiği bulsam, tamamlamak için neler yapmam gerek bilicem belki ama yok.
İçim karışık. Hem de çok. Yorgun bile değilim çünkü saatlerce uyuyorum. Uyanmak istemeyerek, rüyalarda kayboluyorum. Rüyalar gerçek olmadıklarından daha kolay geliyor bana. Sığınıyorum. Bunları burada anlatmam yersiz belki ama, ben giderek kayboluyorum. Çünkü içimdeki her tubik farklı bir tabela gösteriyor bana. Beynimin algıladığı en bana ait yer burası, o yüzden parmaklarım gidiyor klavyeye.
Söyleyecek pek de bişey yok. Tadım tuzum yok, keyfim yok, neşem yok. Atlamışım sonsuzuncu kattan, hala yere çakılamıyorum.

Saturday, December 6, 2008

Başyapıt


Tüm zamanların çekilmiş en ama en iyi Türk filmi. Tamamen doğal, özentilikten uzak, harika oyuncularla dolu, dünya çapında bir film. İzledikten 1 gün sonra bile halen etkisindeyim. Sömürü yapmadan ve kesinlikle aşırıya kaçmadan, bir aşk hikayesinin bu kadar iyi anlatıldığı bir filmi bir Türk yönetmenin çekmiş olması beni inanılmaz sevindirdi ve umutlandırdı. N'olur gidin, n'olur.


Çok uzun uzun konuştuk biz filmden çıktıktan sonra. Düşündükçe yeni şeyler bulduk filmde. Muhteşem bir sonu vardı filmin, ben burda satırlarca yazarım. Ama yazma yeteneğim kısıtlı olduğu için pası sevgili karıcım Tubik'e atıyorum. :)


O istediği gibi yorumlasın filmi.


Wednesday, December 3, 2008

Hırsız

Siz deli gibi çalışıyosunuz, para kazanmaya uğraşıyosunuz, birikim yapıyosunuz, evinize üç beş eşya alıyosunuz ve birileri gelip kapınızın kilidini iki hareketle kırıp malınızı, paranızı, eşyalarınızı çalıyorlar.

Bugün öğleden sonra canım annem ve canım babamın evine hırsız girmiş. E tabii ki her zaman olduğu gibi olayı en son ben öğreniyorum. Sebep de üzülürmüşüm. Sanki şimdi duyunca üzülmedim!

Abim beni arayıp durumu söylediğinde ilk başta hırsızın gece girdiğini ve annemle babama zarar verdiğini düşündüm. Ne de olsa hırsız gece girerdi ve akşamın 19:00'ında haber bana geldiğine ve bizimkiler hala polise ifade verdiğine göre fiziki ve maddi zarar büyük olsa gerekti. Ama bilemedim tabi, artık bir çok insan taklidi yapan mahlukun son yıllarda cahil cesaretine sahip olduğunu ve bu pastadan hırsızların da pay aldığını düşünemedim.

Meğer adam gündüz gözü, güneşli bir İstanbul öğleden sonrasında (Ne de güzel olur şehrimin kış güneşi) Göztepe'nin minibüs caddesi üzerindeki evimize (ki biz bu lokasyona şehrin göbeği diyoruz) girivermiş. Tıkladığınızda gelen çın çın metal sesinden çelik kapı olduğunu sandığımız kapının kilidini büyük bir hünerle kırmış, bir güzel, evimizin gezmedik köşesini bırakmamış ve bir takım etkiler bırakarak çıkmış. Bilanço komik, zannedersem bu arkadaş namusuyla çilingirlik yaparken bir gün bu Banker Sülo gibi namusundan nefret edip hırsızlığa merak sarmış, sms becerememiş. Kapı açmadaki hünerini hırsızlık yapmakta gösterememiş.

Annemin incecik altın kolyesini almış ama aynanın önünde kabak gibi duran mücevher kutusundan pırlanta yüzüğünü almamış. Dedemden kalma cep saati ve sedef tesbihi almış (ki her kayıptan daha büyük kayıptır bunlar bana göre) ama ucu elmaslarla kapatılmış uzun, erzurum taşından sigara filtresini almamış. Televizyonu götürebilmek için dolapların üzerinden örtü almış ama televizyonu götürmeyi beceremeyip apartmanın birinci katında bırakıvermiş.

İşin daha da komiği, televizyonu alsa elini kolunu sallaya sallaya çıkacak. Kimse de birşey sormayacak. Ama bu salak, televizyonu birinci kata bırakıp ortalığı kolaçan edicem diye apartman kapısının önünde dolanırken, 2. kattaki dişçinin sekreteri de orada köpek gezdiriyor. Adamın tuhaf hallerinden şüphelenip "Kimi aradınız ?" diye soruyor. Bu garibim de tek gördüğü isim olan dişçinin ismini söyleyip orada daha önce çalışmış birini soracağını söylüyor. E tabi sekreter de boş durmayıp orada çalıştığını, yardımcı olabileceğini söylüyor. İşler bu noktadan sonra karışıyor. Kapıcımız nihayet (ve bir zahmet) olaya dahil oluyor ve adamcağızın şakaklarından boncuk boncuk terler çıkıyor. En sonunda da bir bahane bulup sıvışıyor ve canım babamın en büyük akşam eğlencesi televizyona bir veda busesi bile veremeden apartmanın birinci katında kendisini terkedip olay mahalliinden kaçıyor. (Bu arada uzaktan kumandayı da cebine sokmuş, hatıra olarak saklar artık :)

Sonuç ne? Hiç bir zaman para etmeyecek ama hatıra değeri bize göre büyük bir takım eşya, televizyonu olmayan bir kumanda, incecik bir altın kolye.. Bir de abimin pantolonuna dadanmış ama zannederim bedeni olmadı ki evin kapısının önünde de onu bırakıvermiş.

Neyse değerli sevgili birtanecik okurlar. Demem odur ki artık para kazanmak, televizyon sahibi olmak çok kolay. Ne taksite gerek var, ne vadeye, ne ödemeye. Giriyorsunuz bir eve, alıyosunuz eşyaları ve çıkıyosunuz. Bizimki kadar salak da değilseniz, karlı bir iş olabilir.

Bizimki de keşke çilingirlik konusunda bir kariyer planlaması yapsaydı da, en azından bu kadar strese girmesine, korkmasına, tanımadığı köpekli bir kadına hesap vermek zorunda kalmasına, bu kadar zaman harcamasına gerek kalmasaydı. O kilidi değiştirmek için bizimkiler ne de olsa yarın bir 100 YTL verecek çilingire :D


Bizimkilerin morali epeyce bozulmuş, annem Allah'tan evde yoktu, ona zarar veremedi. Çok şükür bu kadar dalga geçilecek malzeme bıraktıracak bir durumda atlattık bu konuyu. Ama yine de hazmedemiyorum, göremediğim, ellerini öpemediğim iki dedemden kalma iki parça hatırayı aldı ve gitti elin adamı... Kıyamıyorum evlatlara bırakılacak o hatıralara...

Wednesday, November 26, 2008

Çocuk istismarı, cinsel taciz, tecavüz

Neresinden tutulup da anlatılacak bir konu bu inanın bilmiyorum. Yazarken ellerimin titrediği bir konu olduğu kesin. Aklımın, ruhumun, kalbimin, hiçbir duyu organımın algılayamadığı birşey olduğu kesin. Hatta belki de üzerine yazı yazmanın gerek bile olmadığı bir konu bu, daha bir çok konu gibi. Çünkü o kadar aşikar, bunun ne cahillikle, ne ahlaki ve dini baskıyla, ne hayvani içgüdülerle alakasının olmadığı, düpedüz iğrençlikten, insan haklarına ve bazı güzel gözlü eşekleri de düşünürsek hayvan haklarına aykırı birşey olduğu. Bu sebeple gerek yok aslında üzerine yazı yazmaya.

Ancak her gün, her yerde, defalarca, birilerine tecavüz ediliyor, bir kadın tacize uğruyor, bir erkek çocuk anlamadığı davranışlara zorlanıyor. Bu ben olabilirim, sen olabilirsin, senin kızın olabilir, kardeşin olabilir, eşin olabilir, annen hatta baban bile olabilir. Bu tip haberlerin sayısı o kadar çok artmaya başladı ki! Televizyon izlemeye tahammül edemez oldum. Her haberi gözyaşları ile izlemekten yoruldum. O insanlar adına ben utanıyorum, bunu yapanlar adına ben kendimden nefret ediyorum. Ancak bitmiyor. Kanunlar beş para etmez bir bunağı korumak için aksi yönde değiştiriliyor ve ben bunu cidden anlayamıyorum, birşeyler yapmak istiyorum ama ne yapacağımı bilemiyorum. Gamze Özçelik'in başına gelene "O da oraya gitmeseydi, o herifle gezmeseydi, bla bla bla.." diyen, diyebilen, o videoyu ağzının suları akarak izleyen insanlar gördüm ben! Adli Tıp Raporu yanlış olabiliyor, bakın Gamze Özçelik de evlendi, vs. , demek ki travma geçirmedi, o zaman biz cezamızdan kurtulalım diyor şimdi o şerefi olmayan beş para etmez adam! Midem bulanıyor!

Bir kadına tecavüz etmek nasıl bir şeydir? Bu eylemi bir insanoğlu nasıl zevkle sonlandırabilir? Nasıl bundan zevk alabilir? Rızası olmadan biriyle cinsel ilişkiye girmek ve bundan zevk duyabilmek nasıl bir zihnin nasıl bir ürünüdür? Nasıl bir sevgisizliktir !?

Bir kadınsın. Güzel ol, ya da çirkin ol, bir kadınsın. Beğenilmek, beğenmek, kendini dünyadaki varlıklardan daha güzel hissetmek, senin seçtiğin kişi tarafından, kabul ettiğin kişi tarafından özenilmek isteğin var. Yolda yürürsün, eteğin bir karış dizden kısa diye birileri sana laf atma hakkını kendinde görür. Sinir olursun, musallat olur diye, rezillik çıkar diye susarsın, yoluna devam edersin. Belli bir süre sonra bu artık seni rahatsız bile etmeyecek hale gelir, çünkü alışırsın, kulakların duymaz olur.

Bir kadınsın. Belki de küçük bir kadın. Amcanın oğlu bir fırsatını bulur, kimse görmeden sana dokunur. Yüzündeki ifade hergün senin saçını okşayan ifadesinden çok farklıdır. İrkilirsin, ne yapacağını bilemezsin, hayır diyemezsin. Susarsın. Sana kızarlar diye susarsın ve korkarsın. Geleceğinden korkarsın. Büyüyünce de hayır demeye korkan büyük bir kadın olursun. Kimse sana soru sormasın istersin, "farketmez" en favori cevabın olur. Senin için farketmedikçe insanlar için de sen farketmemeye başlarsın. Herhangi bir şekilde davranabilirler sana. Kimse bilmez, kimse duymaz, kimse anlamaz. Sesin çıkmaz, farketmesinden korkarsın.

Bir erkek çocuğusun, bazılarına göre oğlan. Daha kızlarla tanışmamışsın, iki tahta araba, bir sapanın var dünyanda. Bir adam gelir ter kokan, kıllı, göbekli. Anlamadığın şeylere zorlar seni. Hiç dokunmadığın yerlere dokunur, korkudan titrersin. İtiraz etsen suratına tokadı yer susarsın. Büyür bir adam olursun. Kızlarla tanışmaya tenezzül etmez, bulduğuna saldırırsın.

Ne demek "Evlendiğine göre travma yaşamamış!"? Bu nasıl o iğrenç eylemi affettirecek bir unsur olur?

Normal! Annene babana anlatsan namussuz sen olursun, katil abin olur! Polise söylesen "Hanım sen de böyle etekler giymeyecen" der. Dava açsan, adli tıp olumsuz rapor verir. Arkadaşına anlatsan "Ay canımmmm!" dedikten sonra senin aşifteliğinden konuşur arkandan.

Bunu yapar insanlar. Sanki kendilerinin başına asla gelme ihtimali yokmuş gibi, sana acımasızca saldırırlar. Bizim sesimiz çıkmadıkça erkek egemen toplumların egemenliğini sarsmamak için yeni yeni kanunlar çıkartırlar. Yapayalnız kalırsın. Ya kimse bilmez ve içinde bir yere saklarsın... Ya bilen affetmez. Affedilecek hiçbirşey yapmamış olmana rağmen.

Ama yine de bunun hakla hukukla, eğitimle, parayla pulla, şansla, ortamla alakası yok. Bunun insan olmamakla alakası var. Kendi çoluğunu çocuğunu aynı yere koyamamakla alakası var.

Hepimizin başına gelebilir bu. Hepimizin canı, evladının başına gelebilir.

Ancak şu da bir gerçektir ki, eminim bu yazıyı okuyanlar arasında bana hak verip midesi bulananlar olduğu gibi, bu eylemleri hafif ya da ağır şekilde birilerine yapmış, fakir ya da zengin birileri de vardır.

Kimbilir kac kisinin;

Cani yanmis,
hayalleri sonmus,
ilk opucugu kirlenip,
goz yasi olmustur...

Saturday, November 22, 2008

Bir cumartesi klasiği

Yine sabah kalkıp her yeri temizleyip silip süpürüp bi sürü işle uğraşıcam diye kandırıyodum kendimi! Sonra ne oldu. Bi o yana bi bu yana devirdim kendimi! Dışarıda fırtına, ama bi yandan eve vuran güneş. Lucky Bambo'yu da koydum camın önüne güneşlensin diye. Sarındım battaniyeme yarı uyku yarı televizyon. Kedi bi yanda ben bi yanda. Ve bunlar da doğal ortam resimlerim :)



Dışarıda ortalık karışmış deli gibi fırtına var, ama bütün gün ev güneşle aydınlandı.


Bu bol yatmalı güzel günümde digiturk bana eşlik etti.

İşte uykumun belgesi battaniyem ve yastığım..

Sevgili kayın anne hediyesi lucky bamboo da kendince güneşe döndü yüzünü.

Ben resmini çekerken uyandırmış oldum ama bu minik kuş da diğer koltukta miskinliğe vermişti kendini..

Bizim evin halleri böyle oldu bugün. Akşama sevgili Aykut ve Beliz gelicekler bize.. Yapacak çok iş var. Bu saat oldu önce evi temizlemem sonra da yiyecek bişeyler ayarlamam gerek :D

Thursday, November 20, 2008

Tuesday, November 18, 2008

Özlü söz


"Büyük takımlar kazandıkları büyük başariyi konuşurlar. Küçük takımlar ise büyük takımları yendikleri skoru konuşurlar."


- M.PLatini


Saturday, November 15, 2008

Mustafa




Başta planımız filmi direk yayınlandığı gün görmekti.. Ancak yapamadık. Sevgilim işten geç çıktığı için ne Bağdat Caddesi'ndeki yürüyüşe katılabildik, ne filmi izleyebildik.. Ben ancak tüm tanıdıklara Cumhuriyet Bayramı'nı kutlayacak mesajlar atabildim... Filmi bizden önce izleme şansı bulanlar, bir de baktım ki zehir zemberek yorumları ile bu çarpıcı çıkışlı filmi eleştiriyordu. Mail adresime sürekli o köşe yazarının yazdığı yazı farklı kişiler tarafından gönderiliyordu. Şaşırdım. İşin enteresan tarafı aradan birkaç gün geçmesine rağmen biz hala çeşitli sebeplerle görememiştik ve her geçen gün daha da kötü şeyler duyuyordum. Can Dündar böyle birşey yapabilir miydi? Sarızeybek'i yapmış, senelerce Atatürk'ün ne kadar büyük bir lider olduğunu anlatmış bu adam, sonunda çıkıp Atatürk'ü sarhoş, alkolik, kadından başka birşey düşünmeyen, diktatör, yalancı, korkak gibi gösterebilir miydi? İnanasım gelmedi.


Zannetmeyin ki bu yazının devamı "Ne yazık ki Can Dündar bunu yapmış" olacak..


Daha filmi izlemeden Cenk ile tartışmaya başlamıştık bile. Cenk herşeyi olduğu gibi Atatürk'ü de radikal taraflarından göstermek çabasında olanlara duyduğu sinirden, bense artık farklı açılardan da bu büyük liderin değerlendirilmesi gerektiğinden, bir parça daha ete kemiğe büründürülmesi, birşeyleri başarmamız için kendimize duymamız gereken güvene, Atatürk'ün de bizim gibi zaafları olduğunu görerek sahip olabileceğimize olan inancımdan dem vurdum.
Konu artık bloglara da taşınmıştı. Atatürk'e olan sevgi ve saygılarından, Atatürk'ün modernite anlayışına sağdık olduklarından, benden çok daha fazla tarih ve Atatürk bilgisine sahip olmalarından bir damla şüphe duymadığım Tanya ve Ersin Abi'nin yazdıkları, onlar vasıtası ile okuduğum biyonik kedi'nin görüşleri, benim filmi gördükten sonra hissetmeyi tasarladığım duygu ve düşüncelerin tamamen zıttı yazılar yazmışlardı. Film henüz izlememiş kişiler tarafından bile olumlu ya da olumsuz eleştiriliyordu. Tarih bilgisine sonsuz güvendiğim ve değer verdiğim saygı değer kayınpederimle de konuyu tartıştım.. O da izlememişti ve insanların parmak bastıkları noktalarda haklı olduklarını, bazı cümlelerin özellikle seçilmiş olabileceğini, hassas konularda kelimelerin ucu açık bırakıldığını söyledi.. Tarihsel süreçte olayların nasıl gerçekleştiğini anlattı.... Genç Bakış'ta Can Dündar'ın savunmasını izledim ki bana göre böyle bir filmin savunmaya ihtiyacı kalmamalıydı. Okumuş etmiş, modern ailelerin çocukları olan, dogmatik düşünmenin insana zarardan başka birşey sağlamayacağını öğrenmiş olması gereken üniversite öğrencileri son derece dogmatik açıklamalarla filmi eleştiriyorlardı. İçlerinden okulun Atatürkçü Düşünce Derneği'nin başkanı olan biri "Atatürk içimizde!" den başka söyleyecek laf bulamamış, bu cümleden sonra da alkış beklemişti. Yine de kendimi tutarak ne sevgili Tanya'nın, ne saygı değer Ersin Abi'nin, ne biyonik kedi'nin yazılarına yorum yazmadım.


Filmi bugün izledim ve bu hakkı artık kendimde buluyorum.


Öncelikle şunu söylemeliyim ki, ne 2. Cumhuriyetçiler ne de Rokoko Entellektüelleri olarak anılan bir grup insanın düşünce ve inançlarını paylaşmıyor, ortak bir payda kendimde göremiyorum. Atatürk'ün korkusuz bir asker, dahi bir devrimci, karizmatik ve gelmiş geçmiş en büyük lider olması ile ilgili sonsuz bir inancım ve hayranlığım var.


Ancak, filmde eleştirilmesi gereken noktalar olduğu gibi, övülmesi gereken taraflar da olduğuna inanıyorum. Aynı zamanda eleştirilen noktaların da çokça abartılı olduğunu düşünüyorum..


Malum köşe yazarının iddiasına göre, Atatürk'ün savaş hünerleri 1 dakika, kadınlara düşkünlüğü 15 dakika yer bulmuş. Yalan! Film boyunca Atatürk'ün nasıl taktiklerle savaşları planladığı, askerlerine cesaret verebilmek için hepsinin önünden savaşa girip başlattığı, reformları ve cumhuriyetin 5 temel maddesini seneler önceden planladığını, memleket beş parasızken, müthiş bir dış politika güderek, Ruslardan yardım sağlayıp yaraya merhem olduğunu, cumhuriyetin 10. yılını kutlarken bile onu kutlayan kalabalığa bakıp kendisine sorulan soruya "Hiç heyecan duymuyorum, şu an bizi göklere çıkartan bu millet, bir gün yerden yere vurabilir." diyerek tam 70 sene sonrasının (malumunuz %50 si oy verdi memleketin) durumunu görebildiğini, hayaller kurduğunu ve bu hayalleri gerçekleştirmek için zorlamadığı kapı kalmadığını, savaşın ne kadar acımasız olduğunu (hiç görme şansımın olmadığı video görüntüleri ile), okullarda öğretilmesi için bir kitap yazdığını ancak bu kitabın hiç okutulmadığını, kadın düşkünlüğünden ziyade kadınları koyduğu yerin, şu anda bizlerin olduğu yerden çok daha yüksekte olduğunu, Bulgaristan Kralı karşısına ilk defa çıkışında Yeniçeri Kostümü giyecek kadar iddialı ve kendine güvenen bir insan olduğunu görme fırsatım oldu.


Atatürk karanlıktan korktuğu için mumsuz yatamazmış. Yalan! Diyor ki "Paramız yok.. Mum alacak paramız yok.." Yaverinden birşey bulmasını rica etmiş. " Ben karanlıkta yatamam" diyerek. Korkma ibaresi yok.. Hiçbirşey yok.. Suratımızda özlemle dolu bir gülümseme var. Başka hiçbirşey yok. Anneannemin yanağını okşayan, duygusu olan sevgili büyük önderin, ulaşılabilir, sıcaklığı hissedilebilir olmasının ve o fırsatı 60 sene sonra doğarak kaçırmış olmamın özlemi var.


Atatürk toz bulutunu görmüş, işgalci kuuvetler zannetmiş, korkmuş.. Yalan! Diyor ki "Atatürk, askerliği bırakıp devlet kurmak adına faaliyete geçmek adına Ankara'ya geldikten sonra, Ankara'ya yaklaşan işgalci kuvvetler var. Ortalık gergin, her an herşey olabilir" Bir liderin her türlü ihtimali düşünme ve her türlü ihtimale karşı tetikte bulunması normal değil de nedir? Burada savaşın gerçekliği, insanı paronayak yapacak düzeeyde ciddi bir mevzu oluşu var..


Atatürk dinsizmiş. Yalan! Trablusgarp'tan yazdığı mektuplarda hep yaratanın evlerdiği koşullar altında birşeyleri başarabilmesinden bahsediyor. Büyük bir deha ile, çokça karşı çıktığı dinin devlet işlerine karışması durumuna rağmen, halkı çekebilmek, meclise, cumhuriyete olan güvenini sağlamak için onların inancına saygı duyarak meclisi cuma günü dualarla açıyor.


Atatürk diktatörmüş. Kısmen yalan! Hakkı hukuku, adaleti, kuralı yüzyıllarca hacılarda hocalarda aramayı ezberlemiş bir milletin, modernleşmesi, çarşafı bırakıp kolsuz elbiseler giymesini ancak dikta ederek gerçekleştirebiliyor. Dikta etmeyi, demokratik bir cumhuriyet oluşturmak için araç olarak kullanacak kadar keskin bir zekaya sahip oluşu var burada Atatürk'ün..


Atatürk yalnızmış. Doğru! Suratına her sene yeni bir botoks yaptırıp o parti senin bu davet benim gezen manevi kızı, benim gözle görebildiğim hiç bir katkı sağlamamışken Atatürk'ün daha iyi anlaşılmasına, çıkıp da " Atatürk yalnız değildi, etrafında sürekli insanlar vardı, Türk halkı vardı" derse ben bu açıklamayı tatmin edici bulmam. Elbette ki Türk halkı vardı. Ancak ömrünü, hayalini kurduğu bağımsız Türk Devleti'ni oluşturmaya adamış, müthiç bir zeka ve dahilik ile kimsenin öngöremediği birçok şeyi öngörmüş bir insanın duygulaını, arzularını tam olarak anlatamaması, anlaşılamaması bir yalnızlık değil midir başlı başına? Burada yalnızlıkla kastedilenin ne olduğu çok önemli.


Vahdettin Atarük'e demiş ki bu ülkeyi sen kurtarabilirsin. Yalan! Diyor ki " Git bu devleti kurtar". Vahdettin hassas, tartışılan bir konu, böyle bir yaşamın kısa kısa irdelendiği bir belgesele sıkıştırılamayacak bir konu ancak art niyet aramak da art niyetli bir davranış gibi geliyor. Tıpkı ilkokulda yedi dayağın intikamını alma ibaresi gibi. Art niyet arayamıyorum ancak bu kadar profesyonel bir belgeselcinin acemi bir hatası olabilir diye düşünüyorum.


Atatürk alkolikmiş. Varsın olsun! Diyor ki Fransız basını "Baloya, gece hayatına, alkole, zevke düşkün olması, bu liderin büyük bir ulus kurmasına engel olmadı!" Bunu Fransız kabul etmişken bizim göremiyor olmamız, olumsuz olabilecek noktalara rağmen asıl idealini gerçekleştirirken hiçbir zaafının etkisinde kalmamayı başarmış bir lideri bu haliyle kabul edip örnek almamak neden?




Çocukluğumda tarih derslerinde Atatürk'ün üstün başarılarını öğrenirken, her zaman ama her zaman şunu düşündüm. " Ne yazık, Atatürk o kadar ulaşılmaz, o kadar mükemmel, o kadar doğru, o kadar o kadar ki, bir daha asla onun yerine biri gelmeyecek ve bu ülke yeniden kurtarılamayacak!" Bir çocuk için bu ne demek biliyor musunuz? Şimdiki gibi kendi de dahil, bütün yaşıtlarının, bunu bir ütopya olarak görmesi, bu ütopyanın zaten hiçbir şekilde gerçek olamayacağı için politikadan uzak, kendi halinde yetişmesi, büyük hedefleri olmaması demek.


Benim bugün izlediğim Atatürk gerçekti. Kahramanlığı, zekası, büyüklüğü kat kat büyüdü gözümde. Bizden yaşça büyüklerimizin tecrübesi elbet bizden fazla. Bizim göremediğimiz hassasiyette konuları değerlendirebiliyor ve eleştirebiliyorlar. Ancak bizden saklanan o kadar çok nokta var ki bu eleştirilere rağmen bu film bize birşeyler öğretti. Unuttuğumuz ve asıl hatırlamakla yükümlü olduğumuz birçok noktayı hatırlattı. Tıpkı Atatürk'ün veda yazısındaki gibi..


"Beni hatırlayınız.."


Beni unutmayınız değil.. Atatürk zaten birçok konuda unutulacağını ve unutturulacağını biliyordu.. O hatırlanmayı temenni etti..


Bana kalırsa bu filmin bir başka katkısı Atatürk'ün tartışılabileceğini, tartışılması ve daha çok öğrenilmesi gerektiğini bir parça anlatmış oldu bizlere.


Bu kadar çok sayıdaki acımasız eleştiriye bir çift sözüm olacak. Bazılarını cidden çarpıtılmış, magazin basını gibi üç beş cümle seçip oradan bıçağı vurduklarını düşünüyorum.


En önemlisi bu film için yobaz kesimin " Bakın sizin atanız alkolikti, kadın kız düşkünüydü, hede hödö idi.." demesini beklerken, bizlerin bu kelimeleri dillendirip telaffuz etmesi, onu böyle kabul edememesi, etmek istememesi, beni biraz endişelendiriyor. Çünkü Atatürk'ün bir anısı var;


İçki sofrasında görüntülenmenin sorun çıkartıp çıkartmayacağını soran bir yakınına şu cevabı veriyor Atatürk:


" Beni içki içerken, sarhoş da görsünler.. Benim tüm kötü huylarımı da bilsinler.. Bir gün gelip başkaları sizin atanız sarhoştu, şöyle kötüydü böyle kötüydü derlerse " Onu biliyoruz bilmediğimiz birşeyini söyle!" diyebilir, beni savunabilirler."


Film bazı konularda çok hassas olduğumuz bir döbemde bu şekilde işlenmemeliydi diyor bazı yorumlar. Can Dündar'ın dediği gibi Türkiye'nin hassas olmadığı bir dönem oldu mu? Peki hep bekleyerek mi geçecek ömrümüz, zamanı ne zaman gelecek?


Ha film mükemmel miydi? Hayır. Bazı sahneler, fazla kopuktu, bir anda dönem ve konu değişiyordu ve insanda birşeyleri kaçırmış hissi uyandırıyor, bu da bütünü etkiliyordu. Atatürk'ün yalnızlığından gereğinden fazla bahsedilmişti, yalnız olmadığından değil, sıkmaya başladığından, Hatay meselesine bir parça daha detay verilebilirdi, görevleri önceye göre pasifleşmiş bir Cumhurbaşkanı için önemli bir faaliyetti ve daha fazla vurgulanmalıydı. Müzikler genel olarak güzel olmasına rağmen, sondaki şarkının sözleri tam anlaşılmadığından yanlış anlaşılmasına elverişli bir hal almış ve güzel de değildi, Goran Bregoviç'ten daha iyi bir çalışma beklerdim.


Muhtemelen daha olgun yaşlarımda olsaydım daha fazla eleştirebilecek şey bulurdum. Ancak benim dönemime göre ideal bir film, özellikle de başka hiçbir çalışmanın yapılmadığı bir dönemde. İnsanlar çocuklarını getirmeli mi bilemem. Ben çocukluğumdan beri biliyorum Atatürk'ün içki ve sigara içtiğini. Bende travmatik bir etki yaratmadı hiçbir zaman. Ancak ailelerin takdiridir. İzletin de diyemem açıkçası, çünkü ilk etapta daha farklı hikayeler öğrenmeli, zaafların olabileceğini idrak edebilecekleri yaşlarda görmeliler belki de bu yönlerini.


Ben filmden keyif alarak, ne kadar şanslı bir toplumun parçası olduğumu, Atatürk'ün inanılmaz bir asker, lider, devrimci, reformcu olduğunu pekiştirerek, hayranlığımı kat kat katlayarak, ütopya değil örnek görerek çıktım filmden. Bilmenizi isterim ki ne Can Dündar'ı ne de başka birşeyi savunuyorum. Paylştıklarım sadece benim filmden aldığım duygulardır, ben almam gerekeni aldığıma inanıyorum, benim dışımdaki insanlar bunu almadıysa muhakkak ki yönetmenin eksiklikleri olduğundandır.


Naçizane görüşlerim bunlardır.





Sobe Vol.3

Canım Burcu'mdan gelen bir sobe var şu anda elimde..

"Neden blog yazıyorum?"

Olaylar şu şekilde gelişti.. Ben zaten sürekli yazı yazmak istiyorum, vs, bik bik ediyordum neredeyse 3 yaşımdan beri.. E yazıyodum da kendi halimde.. Sözlükte, forumlarda, vs.. Ancak kendime ait olmayan hiçbiryer bana özgürlük sunmuyordu.. Hepsinin kendine özel formatı ve kuralları vardı... Zamanla yazmayı azaltmaya başladım.. Bu noktada bir gün canım sevgilim bana telefon açıp "Sana bir hediyem var" dedi.. Ben elle tutulur gözle görülür birşey beklerken "Tek taş olur, araba anahtarı olur, yalı oluurr, tekne oluurrr.. :P) bana sadece bir internet sitesi adresi gönderdi.. Ne olduğunu anlamadım.. Daha blog olayının benim de yapabileceğim birşey olduğunu keşfetmemiştim.. Siteye girdim.. İlk yazısını okudum...

Hayatımda aldığım en anlamlı 3 hediyeden biriydi.. Diğer ikisi babamın 18 yaş, gencecik bir kadın olma hediyesi yüzüğü ve abimin işe başlama hediyesi kalemi.. Abim duymasın kalemi taşınırken sanırım kaybettim ve oturup ağladım ama bu site asla kaybolacak bişey değil Allah'tan..


Bu uzun girizgahı geçersek, neden yazıyorum? Kafamda sesli cümlelerle aktaramadığım o kadar çok düşünce var ki! Artık hayat o kadar hızlı gidiyor ve insan düşücelerini ifade etmek isterken olaylar o kadar çabuk değişiyor ki, sakince, uzun uzun düşünerek, kısmen özgür bir şekilde bilincimin ve kalbimin şifresini deşifre edebildiğim müthiş bir alan sağladı bana bloglar.. Bu deşifre edilmiş duygu ve düşüncelerin başkaları tarafından okunduğunu, üzerine düşünülüp yorum yapıldığını, sadece benim değil başkalarının algılarına da girebildiğini görmek beni ne hale getiriyor anlatmak zor.. İki kelime bişey yazıp arkasından sürekli olumlu ya da olumsuz bir yorum var mı diye susamış köpek gibi dilim dışarda kontrol ediyorum.. Bu beğenilme arzusu değil asla.. (Eh tabi beğenilince üzerine bir Türk Kahvesi içmek istiyor tabi insan ama..) Bu sadece birilerine bi şekilde ulaşma arzusu..

Beni yazmak kadar ben yapan, yazmak kadar beni bana tanıtan bişey yok.. Benim bir dünyam var herkesin gördüğünden başka, tıpkı başkalarının dünyasını benim bilmemem gibi.. Bu dünyayı tasvir ediyorum her saçma ya da ciddi yazımda.. Böylece somutlaştırıyorum bu dünyayı... Ve bir sürü kız çocuğunu okutmaktan sonra gelen en büyük hayalim olan kitap yazabilmek adına sürekli alıştırma yapıyorum burada..

Bana böyle soru sorulur mu Burcu? Sabaha kadar, sonra akşama kadar, sonra öbür sabaha kadar anlatırım ben neden yazdığımı...

Hepinize bizi okuduğunuz, dünyamızı paylaştığınız, değerli düşüncelerinizle bizleri geliştirdiğiniz için sonsuz teşekkür ediyorum..

Bu hediyeyi veren sevgilime gelince.. Varlığı zaten teşekkür sebebi...

Friday, November 14, 2008

Haftasonu



İşte böyle yatasım var bütün haftasonu... Kedimi de alıp.. Ona bir kaşık pasiflora, bana 1 şişe votka... Aynen böyle yatarız herhalde :)


Hepinize mutlu mesut bol neşeli bir haftasonu dilerim...


P.S : Ha bu arada dün Cenk'le birlikteliğimizin 3. yılıydı. Benden size ipucu.. Aşkın ömrü 3 yıl falan değil :)))

Monday, November 10, 2008

Bilindik sonuç



FB: 4 - GS: 1


Her ne kadar sezonun başından beri Fenerbahçe gerek süper ligde, gerekse şampiyonlar liginde vs futboluyla taraftarlarını tatmin edemez durumdaydı. Bu sebeple şu ana kadar hangi koşulda olursa olsun kendi sahamızda yenmeyi başardığımız Galatasaray'ı bu sefer yenebileceğimiz konusunda endişelerim vardı. Ancak çoğu zaman bizim için kötü başlayan oyunumuza rağmen, Galatasaray'ın erken gelen golüne rağmen yenmeyi başardık. Takımım adına çok mutluyum..


Ancak şunu söylemeden es geçemeyeceğim: Başka hiçbir kulvarda tam anlamıyla bize eksiksiz mutluluk yaşatamayıp, sadece Galatasaray'a karşı kazandığımız zaferlerle idare edebildiğimiz zannediliyorsa yanılıyorlar.. Artık Aurelio'nun anlamsız yere gönderilip orta sahanın boş bırakıldığı, Guizia gibi ne halta yaradığını anlayamadığım adamlara o kadar paralar verilmesini, her mağlubiyette teknik direktörün değişmesinin gündeme gelmesini falan görmek istemiyorum..


Türkiye'de olduğu gibi Fenerbahçe'de de bişeylerin değişmesi gerektiğine inanıyorum ve bu zafere çok da fazla sevinemiyorum...


Ama yine de tadından da yenmiyor be :)))))

Friday, November 7, 2008

Unutulmaz Sözler


“Hiçbir takım Galatasaray’dan daha iyi olamazdı. Benim için her şey çok mükemmeldi. Diğer takımlar bana ne verebilirdi ki? Belki daha çok para.”

- Gheorghe Hagi, 2002, gazete röportajından

“O anı unutamıyorum, birden bire bir tezahürata başladılar… Dağ Başını Duman Almış’a… O marşı o güne kadar çok dinlemiştim… Ama hiçbirimiz o andaki söyleneni, o zamana kadar belki de hiç duymamıştık. Yeni bir marştı sanki… Bizi, sahada kalan on kişiyi, nasıl kamçıladığını ve değiştirdiğini anlatamam, söze dökemem.”

- Bülent Korkmaz, 2000, gazete röportajından



"Hiçbir kuvvet beni bu stadta 25 bin kişi olduğuna inandıramaz."

- Paolo Maldini, AC Milan Kaptanı, 1999, Galatasaray 3 - 2 AC Milan maçından sonra

Thursday, November 6, 2008

Ayak izi

Çim kokusu geliyor burnuma biliyor musun?
Taze kesilmiş, miss gibi.

Ama kedimin pati izlerini bulamıyorum üzerinde
Çimde hemen kayboluyor..

Canlı ya belki ondandır dedim..
Çim de olsa, bir hareket, bir ruh, bir değişim, bir evrim...
Canlı ya ondan dedim..
Pati izi de olsa, çim iz tutmaz dedim..


Sen insan mısın?
Eğer insansan,
Söyle bana neden..
Sen ne diye iz tutarsın?

İtiraf et..
Yoksa sen cansız mısın?

Wednesday, November 5, 2008

Obama




Eh sonunda başkanımız belli oldu.. Yeni lider Barak Obama! Ne kadar mutluyum bilemezsiniz siyahi bir başkanımız olduğu için.. Hem belki bu başkan PKK'ya dur der.. Irak'taki savaşı durdurur.. Türkiye'deki petrol fiyatlarını düşürür... Kim bilebilir ki?
Yanlız biz Türklerin oy kullanma hakkı hala yok, ona biraz bozuğum..
Yetkililere sesleniyorum, bi dahaki seçimlere bu durum telafi edilsin..
Bu sefer Kızılderili biri aday olsun, ben oyumu ona vericem, kıyafetleri falan çok hoşuma gidiyo böle renkli tüylü müylü..


Şaka be şaka..

Tuesday, November 4, 2008

F.R.I.E.N.D.S


Bu aralar en sevdiğimiz aktivite sevgili Aykut'tan aldığımız Friends DVD'leri. Taaa ilk bölümünden başlayan bu DVD'lerde karakterlerin olgunlaşmasından tutun da, ilk yayınlandığı dönemin korkunç modasının sona ermesi (göbeği açık tshirtler, şort etekler falan gibi), tiplerin güzelleşmesi falan gibi şeylere şahit olmak çok zevkli. Herşeyi bırakın, günde sizi sadece 20 dakika bir konu hakkında güldüren birşey oluyor hayatınızda... Zaten bir süre sonra bağımlılık yapıyor ve o 20 dakika yetmiyor, bir bakmışsınız 4-5 bölüm geçivermiş bir akşamda..

Kesinlikle ve kesinlikle günün stresini aşmanız için birebir olan bu tatlı diziyi izlemenizi önerir, mısır patlaksız izleyene hakkımı helal etmeyeceğimi belirtmek isterim.

Saturday, November 1, 2008

Rüyalar alemi

Sevgilimin müthiş günaydınından sonra benden de uykular alemi adına bir yazı gelecek sevgili blog severler..

Konumuz: Rüyalar



Beni tanıyanlar ne kadar uykucu bir insan olduğumu bilirler.. Neden böyleyim, sabahları uyanmak benim için neden kabustur, neden geceleri birbirinden tuhaf rüyaları sıra sıra dizerim bilmem..

Sorunumun, çocukluğumda yere 2,80 yatan oyuncak köpeğimle alakası olabilir mi düşünmeden edemiyorum.. 6-7 yaşlarımda adını "miskin" koyduğum bu köpekcik belki de idolüm oldu ve bilinçaltım beni ısrarla uyumaya, miskinliğe itiyor olabilir mi acaba?

Şöyle bir durumum var; akşamları uyumak istemiyorum, mümkün mertebe gece karanlığında uyanık olup geç uyumak istiyorum.. Gece boyunca hepsini tüm detayıyla hatırladığım bir dizi rüya görüyorum ve bu rüyalar bilinçaltımın oynadığı çeşitli oyunlar sonucu acaip görüntüler değil, senaryosu olan, dekoru olan, karakterleri olan film niteliğinde rüyalar genellikle. Mesela, Cenk ile yurdumun hiç görmediğim bir köşesine gidiyoruz. Çeşitli tanıdıklar farklı konumlarla karşımıza çıkıyor, yolda yürüyen adam, patron, eski sevgili, sevgilinin eski sevgilisi, anne, baba, kardeş, çocuk falan gibi.. Zaman zaman gerçek hayattan parçalar giriyor, zaman zaman tamamen kendi yarattığım olaylar peydah oluyor.. Sabah uyandığımda o kadar fazla detay hatırlıyorum ki, şöyle bir cümle kurabiliyorum "Birinci rüyamda şu kişiler vardı ve şurada şunlar oldu, sonra başka bir rüya gördüm onda da şöyle şöyle oldu... Sonra bi süre rüya görmedim sonra tekrar şu şu şu olaylar oldu.." gibi.. Bunu yaşayan varsa bilir, insanı anormal yoran, moralini bozan, enerjisini alan, yorgun uyanmasına sebep olan ve günlük yaşamını etkileyen bir durum bu..

İşin daha da enteresan tarafı, gece rüya görürken uyanırsam, yeniden uyuduğumda kaldığım yerden devam etme yeteneğine sahibim ve sabahları bir rüyanın ortasında çalar saat yüzünden uyandırılmışsam, rüyaya devam edebilmek için uyumaya çalıştığımı ve gitmem gereken yere geç kaldığımı da hatırlıyorum..

Enteresanlıkta zirve yapan durum ise şu, bugün gördüğüm rüyaya yarın akşam, o da olmazsa birkaç akşam sonra devam edebilmem..

İnsan 10 yaşında gördüğü rüyayı hala hatırlar mı? Hatırlıyorum.. Rüya içerisinde konuştuğum şeylere, kelimelere kadar..

Bir keresinde, (yeni evlenmiştik) o kadar korkunç bir rüya gördüm ki, etkisi uzunca süre geçmedi ve uyumaya korktum.. Rüya içinde sürekli aynı rüyaya uyandığınızı düşünün, ve her uyanışınızda eşinizin sizi uyandırdığını, kötü bir rüya gördüğünüzü, su içerseniz geçeceğini söylediğini düşünün.. Sonra gerçekten uyanıp eşinize seslendiğinizde eşiniz gelsin ve size sarılıp kötü bir rüya gördüğünüzü söylesin, su içseniz ne de iyi olur desin...

İşte böyle sevgili blog severler.. Yine o tip kötü bir sabaha uyandım diyemem çünkü Cenk bana güzel mi güzel bir günaydın demiş buradan.. Ama gece yine bi sürü acaip rüya gördükten sonra buun bloga yazayım belki biri bilen, içindeki Freud'u dışarı çıkartabilen biri olur dedim..

Bu geceki rüyamdan gelen anektod şudur : Cenk'le arabada bi yere gidiyoruz ve arabayı başkası kullanıyor, biz arkadayız.. Cenk'in telefonu çalıyor. Uzun uzun biri ile konuşuyor.. Sonra kendimizi markette, kasada buluyorum.. Cenk bana telefonda konuştuğu kişinin eski sevgililerinden biri olduğunu (!) o kişinin de "Nikahta evlilik yüzüğü takarsın ama bi gün gelir sıkılır, o yüzüğü çıkartırsın.. Sonra markette alışveriş yaparken beni hatırlarsın" dediğini söylüyor..

Hayatımda bundan daha saçma ve komik bişey duymadım.. Uyurken bile o kadar komik geldi ki, uyanıp güldüm.. Ne kıskançmış benim bilinçaltım, ne manyakmışım ben yahu!




P.S: Hakikaten bu rüya işi ile ilgili bir bilen varsa yorum bekliyorum.. Bazı günlerim sırf bu yüzden çok kalitesiz geçiyor...

Güüüünaaayyydııınnnn! :D


Güzel karıma süpriz!

Günaydın karıcım!

Bu günümüz çok güzel olsun. Tıpkı dün gibi, sonra... ondan evvelki gün gibi... sonraaa... ondan evvelki gün gibi...sonraaaa... ondan evvelki gün gibi... bir de ondan evvelki gün gibi... sonra... ondan evvelki gün de gibi mesela...

Wednesday, October 29, 2008

29 Ekim




















Herkes blogların açıldığını söylerken nasıl oluyor da ben yine aynı kırmızı yazı ile karşılaşıyorum onu pek anlamadım ama olsun.. Yine de bi şekilde girebildim allahtan..


Herkesin Cumhuriyet bayramını kutluyorum ve bugünün önemini herkesin ama herkesin bir şekilde kavramasını temenni ediyorum..


Ve son olarak, gerçek bir lider, öğretmen, asker ve herşeyden önemlisi gerçek bir örnek olan Mustafa Kemal Atatürk'e minnetimi, hayranlığımı belirtmek istiyorum.

Umarım ben, çocuklarım, çocuklarımın torunları.. Her gün laik, bağımsız, özgür, kendi ayakları üzerinde durmayı başarmış, modern bir Türkiye'ye uyanabiliriz.. Bunu sağlamak için gerekli azmi, çalışkanlığı, hırsı, bize dayatılan bezginliğimize yenik düşmeden içimizde bulabiliriz..


Ne mutlu Türk'üm diyene.

Tuesday, October 28, 2008

V for Vendetta

V for Vendetta'nın IMDB puanı 8.2. Bence 10 bile hak eden bir film ama tabi bu 8.2 161bin kişi tarafından verilen ortalama puan. Bu film nerden aklına geldi diyorsanız Hugo Weaving'in canlandırdığı V karakterinin meşhur sözünü yazayim size, hemen bir bağlantı kurarsınız zaten.


"Ideas are bulletproof."


Akşama hemen bu filmi izleyin. Aslında memleketimizin, bu filmin küçük bir kopyası olduğunu hissedeceksiniz.

Ultrareach

Merhabalar, ben burdayım. Şu anda aslında Türkiye'den izlenmesi yasaklanmış olan bir internet sayfası okuyorsunuz. Bunun sebebi de Diyarbakır'da açılan bir dava sonucu tüm Türkiye'de tıpkı youtube gibi blogspot ve blogger'ın da kapatılmış olması. Aferim size, aferim kimse sorumlusu. Bravo. Kafanız 10 numara çalışıyor cidden. 3-5 tane sayfa için bütün siteleri kapatın siz. Neyse. Yazdıkça sinirleniyorum. bu konuyu başka bir zamana bırakalım.


Şimdi biz bir yöntem bulduk. Hızlı bir şekilde http://www.ultrareach.com/ a giriyorsunuz ve ufacık bir programcık var, onu çekiyorsunuz. O sizi yönlendirerek her türlü sayfaya girmenizi sağlıyor.

Çektiğiniz programın kuruluma ihtiyacı yok. Siz ihtiyacınız olduğunda sadece o programcığı çalıştırıyorsunuz ve o arka planda çalışıyor.


Görüntüsü şöyle:


Bu program arkada çalışırken blogspot dahil birçok yasaklı siteye de girebilirsiniz. Şu anda yeni deniyorum. Bir sorun görmedim. Virüs taramasında trojan falan da çıkartmadı. Gönül rahatlığı ile kullanabilirsinz. Gözlerinizden öpüyorum. Hepinizi seviyoruz.