Sunday, December 25, 2011

22.12.2011

Bu yazı, annemin vefatı üzerine yazılmıştır. Konu ile ilgili duygusal hassasiyeti olanlar için ön uyarıdır.






Annem,

Seninle yüzyüze tanışmamız 22 Haziran 1983 tarihine denk gelir. Beni topaç mı topaç, sarı kafalı bir kız çocuğu olarak hayatınıza kabul ettiğinizde siz babamla biri tombul ve kıpırtılı, diğeri zayıf ve sakin iki erkek çocuklu minik bir aileydiniz bile çoktan. Sen parasından başka hiçbirşeyi olmayan büyük bir aileyi bırakıp, paradan başka herşeyi olan muhteşem bir aile yaratmıştın. Ben biraz davetsiz misafirdim. Anlattığına göre üçüncü çocuğa cesaret edilecek bir durum yoktu ortada. Hep derdin "Aldırmayı zaten düşünmezdim ama bir de kız olur düşüncesi daha da çok bağladı senin doğman gerektiği fikrine". Kız çocuğun nesi cazip diye sorduğumda cevap hep benzerdi: "Kız çocuk başkadır, annesine yardım eder, destek olur, duygularını anlar." Tahmin eder miydin ortaya benim gibi biraz erkek fatma, asi, deli dolu birşey çıkacağını bilmiyorum. Seni uzun yıllar, hayal ettiğin gibi anlayabildiğime emin değilim. Ta ki büyüyüp, yavaş yavaş kadın olup hayatın sunduğu zorluklara ucundan kıyısından şahit olana dek...

Seninle olan hikayemizi anlatmaya çalışacağım elimden geldiğince sana. Sen benden daha fazlasını hatırlıyorsundur ya, ben de bu yorgun kafayla hatırladığım kadarını aktaracağım sana.

En küçük hallerime ait olanlardan başlayayım. Bir gün mutfakta yemek yaparken, benim alışılmadık bir şekilde sessiz kalmamdan şüphelenip uyuttuğun odaya gelmişsin. Bir yığın yastık üzerimde duruyor. Bana olan ilgini kıskanmış da yastıkla boğmaya çalışmış Bora Abim beni. Benden kurtulacağını sanmış minik aklıyla ama bilememiş benim ne huysuz, ne inatçı olduğumu. Hele senin o bulduğun kısacık sessiz zamanda bir oh çekip işine bakmak yerine, sessizliğimi dinleyeceğini düşünememiş.

Bora Abimin benle zoru uzunca bir süre bitmedi zaten. Bebeklikten çıktım, çocuk oldum, farklı farklı eziyetlerle abilik yapmaya devam etti. Bi dediğini yapmazsam başıma gelecekleri düşünmek bile istemezdim. Uzunca birsüre Buğra Abimi daha çok sevdiğime emin oldum. Çünkü o beni odasına kabul eder, dinlediği onca tuhaf müziği yaşıma bakmadan bana da dinletir, ders çalıştıracağı zaman en basit havuz problemini bile x'li y'li denklemlere dönüştürerek anlatmaya çalışırdı garibim. Zaten kendisine bir dönem aşıktım hatırlarsan. Ne yapayım, hem sessiz sakin, hem saçları uzun, hem yakışıklı, hem değişik müzikler dinliyor hem de benimle ilgileniyordu. Evlenilecek tek adayımdı o dönem. Onu Yeliz, beni Cenk kaptı, elden ne gelir :)

Babamın bitmek bilmeyen böbrek sancıları vardı benim tam çocukluğuma denk gelen İstasyon Caddesi Huzur Apartmanı günlerimizde. Telefon numaramız 316 17 53'tü. Babam raporlu olduğu günlerde, sancılarının nadir de olsa azaldığı anlarda udunu eline alır, bana şarkılar söyletirdi. Sesimizi Grundig pikaplı teybimize kaydederdi. Şarkı aralarına, senin her türlü havayolu şirketine taş çıkartacak uçak indirip kaldırmaların eşliğinde yemek yeme seanslarım karışırdı. Bir de anneannemden kalma maniler... "Yerim az, içerim az, boşboğazla pisboğaz belalardan kurtulmaz."

Sonra ameliyat oldun, iki kez. Biri yumurtalık diğeri rahim. Senin gencecik kadın olarak kaybettiklerini bize çaktırmadığın, benimse tipik kız çocuğu sevimsizliğiyle Yonca Evcimik dansları yaptığım o dönemler. Güldane Teyzem'in köşedeki masada bana ders çalıştırdığı dönemler. Geçenlerde uzun bir aradan sonra tekrar gördüm. Sesi hala aynı, hiç değişmemiş. O günlerde telefonda ağlamalarını hatırlıyorum bir de. Hiç görmediğim dayılarımın seni defalarca ağlattığını, canını acıttığını... Abilerimin artık delikanlı olduğunu. Karşı dairemize Zuhal Teyze ve Polat Amcanın taşındığı, Merve isminde yeni bir kız kardeşi bu sayede edindiğimi.

Dayıma ait o meşhur siyah Mercedes'i geride bıraktığımız günlerde inşaatı bitmiş yeni evimiz vardı gündemde. Ankara'nın yollarında "dimdirek" gidip de aldığımız o mobilyalar yerleşmiş, aynı gün ben genç kız olmuştum. Tarih 25 Haziran 1994. Evimizin terasında ne çok eğlence geçti. Nezihe Teyzeler, Asuman Teyzeler, daha kimler kimler. Ben odamda uyumaya çalışırken, sizin kahkahalarınız hep birşey kaçırıyorum hissi verirdi bana, uyumak istemezdim. Polat Amcam "100'e kadar say" derdi. Sayınca hediye verecek sanırdım, sayıp sayıp yanınıza gelirdim. Meğer uyurum diye dermiş. Merve horlamaya başlardı, ben yine de uyumazdım.

Bak o apartmanın adını unutmuşum anne. Abilerimin beni bırakıp İstanbul'a gittiği evin sefasını ben sürdüm. Ne kadar özlerdim abilerimi hatırlıyor musun? Arada onlar gelirdi, hayat benim olurdu. Biraz büyümüştüm ya, gece dışarı çıktıklarında beni de alsınlar diye gözlerinin içine bakardım. Bora abimle o dönemde barışmıştım sanırım. Büyüdüğüme ikna olmuştu, Serkan Abilerin, Tolga Abilerin yanına beni de götürürdü nadir de olsa. Buğra Abimse iyi bir okul kazanmam için uğraş verir, akıllıca bir çözümle güzel üniversitelerde insanların neler yaptığını, nasıl eğlendiğini anlatıp heveslendirirdi. Gençliğin başımda tam bir duman olduğu günler. İpek'le, Başak'la güya ders çalışıp, şapşal şapşal oğlanların peşinden koştuğumuz günler. Ah bana ne çok kızardın anne! Sanki bu delilikleri bir tek ben yapıyormuşum, ben anormalmişim gibi kızardın. Nedenini biliyorum, kimse bana laf etmesin isterdin. Başarılı olayım, kendimi kurtarayım, hata yapmayayım. Herşeyimi eleştirirdin acımasızca. Konuşmamı, yürümemi hiç beğenmezdin. Leydilik okuluna göndermek gibi bir hayalin vardı. Leydilik okulu da neyse? Çok Türk filmi izlerdin anne kabul et :)

Hata yapmadan öğrenilmiyor işin doğrusu. Üniversiteyi kazandıktan sonra birsürü hata yaptım anne. Daha önceleri de yaptım ama sen vardın, kontrol ederdin, bilmezden gelirdin ama hep bilirdin. Hissettirmeden belirlerdin sınırlarımı. Aslında ne çok şeye müsade etmişsin, ne çok şeyi deneyimlememe izin vermişsin. İlk senemde yanımda sen yokken o görünmez kalkanı kırıp mayın gibi saçılmaya başladım. Bunu farketmen çok zaman almadı, sene sonu paketleyip abilerimin yanına koyuverdin beni. İstanbul'da iki abili bir kız oluverdim. Hiçbirşeyime karışmayan abilerim bir anda eve 5 dakika gecikince canavara dönüşür oldular. Çok kızardım ama şimdi anlıyorum. Aldıkları sorumluluk o kadar büyükmüş ki, beni o kadar seviyorlarmış ki ne yapacaklarını şaşırdılar. Sonra baktın olmayacak, pılını pırtını topladın, babamın itirazlarını dinlemedin, tüm arkadaşlarından ve o güzel evinden vazgeçtin ve İstanbul'a geldin. Sonra doğal olarak ben de dağılan parçalarımı yavaş yavaş topladım. Buğra Abim Yeliz'le evlendi. Yanlış olmasın ama tarih 15 Temmuz 2003. Yeni bir ablam oldu. Hep eksikliğini çektiğim. Komik, sevgi dolu, içten, zeki... Ne ağlamıştık barkovizyondaki eski resimlere bakarken.. Zaman geçti, tam üniversiteyi bitirirken, hatalarımın ve senden öğrendiklerimin süzgecinden geçirip Cenk'i kattım yanıma, mezun oldum. Tarih Ocak 2006.

Evlenmeye karar verdiğimde, herkeste bir endişe... Erkendi bu karar, abilerim istemedi. Onlar benim hep tek başıma tecrübe etmem gereken şeyler olduğuna inandılar. Aslında haklıydılar. Ama Cenk'i tanıdıkça ikna oldular iyi olacağıma. Sen de, babam da, abilerim de biliyorum ki çok sevdiniz Cenk'i. Bu sayede sizin haricinizde anne baba demeye başladığım iki insan girdi hayatımıza. Bir de ikinci ablam. Başka tip insanlar olsalardı kolaylıkla anne baba diyebilir miydim emin değilim ama hiç zorluk çekmedim. Şimdi beni gönül rahatlığıyla Beyhan anneme emanet ettiğini biliyorum. Beyhan annem senin de geç bulduğun arkadaşın oldu. Ne sırlar paylaştınız bilmiyorum, anlatmazsın ama içimden hep daha önce tanışmadığınıza hayıflandım.

Yeni bir hayat kurma mücadelesi vererek üç buçuk yıl geçirdik Cenk'le. Bu süre zarfında çocuk yapmayı düşünmemiz zordu bizim için. Bekledik ki rahat edelim, düzen kuralım. Bir seneye toparlarız, çocuk yaparız diyorduk ki aylardan Nisan oldu.

Hastalığını öğrendiğimde çok korkmamıştım. "Hiçbirşey olmayacak" diyordum sürekli. Sana birşey olmayacak. İzin vermeyeceğiz. Aldığımız haber ne kadar kötü olursa olsun, yenilmeyeceğiz. Emindim. Kendimi iyisine de kötüsüne de hazırlamıştım ama kötü olmayacağına emindim. İnsanlar şaşırarak bakıyordu bu kendime güvenime. Ameliyat olmana karar verildi. Neler olacak, ne yapılacak doktor da dahil kimse tam bilmiyordu. Bir hafta hastane odasında ameliyat olmanı bekledik. Sen basit bir kist zannederken, biz senin yanında olmadığımız her an birbirimize kuvvet vermeye çalıştık bildiğimiz gerçekler yüzünden. Ameliyat öncesindeki gece ben kaldım yanında. Çaktırmasan da ne kadar korktuğunu, endişelendiğini biliyordum. Sabah saat 05:00 suları, hemşire seni almaya geldiğinde çok üşüyordum. Uyumamıştım ve ben de korkuyordum. Yanımda haliyle kimse yoktu, babam, abilerim, herkes dışarıda bekliyordu. Bense yalnızdım. Seni sakinleştirmek için ne yapacağımı bilemeyip "Biraz daha oyalansak" diye geçirirken içimden, koridordan iki gülen yüzün geldiğini gördüm. Nezihe Teyzem ve Asuman Teyzem hala hayal gibi gelen bir şekilde bana doğru yaklaşıyorlardı. O an ne kadar rahatladığımı anlatmam mümkün değil. Sızıvermişler içeri... Seni birlikte uğurladık ameliyathaneye. Kapısında yine ben bekledim seni. Seni ne kadar sevdiğimi söyleyemedim korkarsın diye. Nasıl olsa daha zamanımız var diye düşünmen için daha neler söyleyemedim bir bilsen!

Tam 8 saat sürdü ameliyatın. Başarıyla geçmiş dediler, dünyalar bizim oldu. Doktor ziyarete gelenin gidenin hesabı olmadığından bizi hastaneden kovacaktı az kalsın. Dönüşümlü olarak kaldık geceleri. "Su" diye yalvardığın anlar gözümün önünden gitmeyecek.

Eve döndük sağ salim. Dediler ki ameliyat bu kadar başarılı geçmişken kemoterapiyle kuvvetlendirmemiz lazım bu sonucu. Karnındaki o kocaman yara iyileşmeye başladığında sen de tedaviye başladın. O kadar zayıflamıştın ki, ufacık minicik bir beden ve yıldızlar kadar parlak yeşil mi gri mi mavi mi belli olmayan güzeller güzeli iki adet gözdün sadece.

Hayatımda senin kadar azimli, senin kadar gülmeyi seven, senin kadar güçlü kimseyi görmedim ben. Tedavi sürecin boyunca babam hepimizden çok yanında oldu. Gözlerinin içine baktı. Ben her akşam işten çıkıp yanına geldim, seni gördüm öyle gittim eve. Haftasonlarımız birlikte geçti uzunca bir süre. Abilerim ellerinden ne geliyorsa onu yaptılar. Bora abim kendini aştı, doktor ünvanına yaraşır şekilde ilaçlarına hakim oldu. Ben iğneci görevini üstlendim. Buğra abim lojistik destek verdi. Beyhan annem moral ve motivasyon koçu oldu. Seni mutlu etmek için bildiğimiz ne varsa yaptık. İlkay ablama söylenecek birşey yok. Kendini sana adadı.

Kontrol vakti geldi. Ellerimiz kalbimizde dualar ettik bu çabalar sonuçsuz kalmasın diye. 6 ay boyunca bir kere isyan etmedin, bir kere ağlamadın, bir kere lanet okumadın. Ne acılar çektin kim bilir, yarısını bile yansıtmadın. Bizim sana verdiğimiz destekten çok, sen bize destek verdin. Bizi hiç üzmedin. Sonunda öğrendik ki bu çabalar boşa çıkmadı. Raporlar temizdi. Mucize diyordu duyanlar. Bizse şaşırmadık çünkü hep inandık, hep savaştık.

1 ay dinlendin. Kendini biraz topladın. Hamburger bile yedin daha ne olsun! Sonra radyoterapiye başladın. Umduk ki acıların çok olmayacak. Öyle olmadı. Çok ızdırap çektin yine. Ama yine göstermeyerek o bir ayı da tamamladın. Artık günler geçecek, gücüne kuvvetine kavuşacaktın. Bir arkadaşımızın annesinin cenazesine gittik 2 hafta önce. Kanserdi o da. Gençliği senin gençliğine çok benziyormuş. İsmi senin ismin gibi Hacer'miş.

Sonra seni rüyamda gördüm. Tarih 20 Aralık 2011 sabahı. Bembeyaz bir odada senin karaltını görüyorum ve kayboluyorsun. Yanımda cismini görmediğim, kim olduğunu hatırlamadığım biri var. Elimde de siyah yünlü bir battaniye. Beyaz bir koltuğun üstünü örtmeye çalışıyorum. "Annem öldü" diyorum yanımdaki her kimse, sonra uyanıyorum. İşe gittiğimde Ayşegül abla nasıl olduğumu sordu. İyiyim, iyiyim ama tadım yok, annemi gördüm rüyamda.

Tarih 22 Aralık 2011. Cenk aradı, biraz rahatsız olduğunu söyledi. Babamı aradım, rahatsız olduğunu söyledi ama pazara gidecekmiş, sana taze sebze almaya. Yanında Buğra abim varmış. Çorba yapmışsın bir de, Tarhana çorbası. Ben iş görüşmesi yapıyorum şirkette. İyi geçiyor. Tüm gün sonucunu almak için oyalanıyorum ki haberi alıp sana getireyim. Sonra abimi arıyorum, serum verilsin diye hastaneye götürmüş seni. Çok halsizmişsin. Bekliyorum bekliyorum ama bir türlü haberi tam alamıyorum. Yoğun bakıma kaldırmışlar seni. Artık şirketten çıkıyorum. Hastaneye geldiğimde 8 aydır ilk kez korkuyorum anne. Babam korkuyor, abilerim korkuyor, Yeliz korkuyor. Kimsede ses yok. Kan gerekirse diye yemek yiyorum. Milletin yanına dönüyorum. Bora abim iniyor aşağıya. Ellerini iki yana açmış, beni, Cenk'i, babamı, abimi, Yeliz'i kucaklıyor. Anlamıyoruz ne olduğunu. Sonra abim bana sarılıyor. "Annemiz yukarı çıktı" diyor. Nereye çıktığını soruyorum. "Melek oldu" diyor... Saat 21:15 suları.

Seni ben karşılıyorum yine. Naaşının üzerine soyadını yine yanlış yazmışlar. Hastabakıcıyı inceden azarlıyorum. Bir gece bekleyeceğin yere kadar sana eşlik ediyorum. Saat 23:00 suları.



Tarih 23 Aralık 2011.

Seni yıkamak için o tuhaf odaya girdiğimde, saçlarını okşarken şunu düşündüm anne;

Yaşamak, insanın küçük bir bedene hapsolması... Ölmekse, ruhun yaşama karışması, toprak olması, su olması, hava olması, çimen olması, ağaç olması... Sen şu anda yaşamın her zerresinde varsın. Bizim kedide, babamın saç telinde, büyüttüğün menekşelerde, abimin gözlerinde, bugün içtiğimiz senin ellerinden yapılmış Tarhana çorbasında bile...




Cenazene o kadar çok insan geldi ki anne! Hepsine tek tek minnet borçluyum. Ne kadar çok sevenin varmış. Fırtına koptu, buz kesti ama herkes ordaydı. Dayım gelmiş diyorlar, sen gördün mü?

Biz 3 gündür ağladığımız kadar güldük de. Çünkü sen gülmeyi çok seversin. Biz çok mutlu bir 8 ay geçirdik sayende. Hep bir aradaydık. Hep sahip çıktık ailemize. Neşemizi kolay kolay kaybetmedik. Bu üç günü de 8 ayı nasıl geçirdiysek öyle geçirdik. Bazen ağlayarak, bazen sarılarak, bazen bulaşık yıkayarak, bazen de gülerek. Bu 8 ay için en çok üzüldüğüm şey, sana mikrop taşırım korkusuyla sarılıp öpemeyişim, koklayamayışım oldu. Ha bir de sen şöyle kahve sigara keyfi yapamadın ya, o. Ameliyattan çıkıp baygın yattığın ilk gün, "sen yeter ki iyileş, söz torun yapıcaz" demiştim. Torun sevdirememiş olmak üzüyor beni. Ama az önce anlattığım gibi, yaşamın kendisine karışacağın düşüncesi ile avunuyorum. Abimin arkadaşı Ozan'ın dediği gibi ağaç olduğunu düşlüyorum ben de. Ben çocuğumu sevdiğini göremesem de, sen seveceksin diye inanmak istiyorum. Gölgende serinleteceksin. Bir de emin olmanı istiyorum ki abilerim beni hiç bırakmayacak. Biz de babamızı bırakmayacağız anne. Bir de İlkay ablamızı. O da sahipsiz kalmayacak emin ol. Bizimle gurur duy diye çok uğraştık. Uğraşmaya devam edeceğiz. İlkay ablamın istediği gibi, mezarının yanına manolya ağacı dikeceğiz.



Seni çok özleyeceğiz anne...


Monday, September 19, 2011

Sahil

Zamanı en gerçekçi şekilde ölçen alet kum saati bana kalırsa. Kum gibi akıyor gidiyor parmaklarımızın arasından. Tutamıyoruz. Kum saatine bakarken, ne kadar engel olunamaz bir gidişi olduğunu daha gerçek şekilde görüyoruz. Sürekli zamana bakarsak, saatin çevrilmesi gerektiğini, zamanın geçtiğini kimseden gizleyemiyoruz. Zamana bakmazsan, başka şeylere bakarsan, çevirmek zorunda kalmazsın o saati. Çünkü geçtiğini farketmezsin. Böylelikle belki de zamanı durdurma şansın olur. Ya da yaşadığın "an" uzun olur. Olmaz mı?


Bunu sordum dün akşam. Cevap? Bulamadım, kumlar akıp gidiyor.

Wednesday, August 10, 2011

Kadın mısın, erkek mi?

Günlerdir çeşitli sebeplerden ötürü, bol iğneli bir sandalyeye oturuyor tedirginliği yaşıyorum. Haberleri her izlediğimde ya da okuduğumda vücudumdaki yanma hissi giderek daha fazla artıyor. Ama dünden beri beynimin geldiği nokta, neredeyse “başka birşey düşünemez oldum” noktası.

Oldum olası kadın ve erkeğin eşit olamayacağına inandım. Hem fiziksel, hem ruhsal hem de akli yönden birbirimizden oldukça farklı yaratıklarız. Fiziksel anlamda kadın, anlık uygulanan güçlerde erkeğe göre çoğunlukla daha güçsüz ve dirençsiz, uzun süreli efora dayalı durumlarda ise erkeğe göre oldukça dirençli ve kuvvetli. Savaşlar, kıtlık, çeşitli sporlar bunu bize sıklıkla göstermiş. Ruhsal anlamda da aramızda ciddi farklılıklar var. Hislerimiz ve yorumlama biçimimiz, mutluluk biçimimiz, arayışlarımız, doygunluk ve açlıklarımız, yaşadığımız travmaların kaynakları, travmaların süresi ve süreçteki tepkilerimiz birbirinden oldukça farklı. Beden ve ruhun beyne gönderdiği uyarılar da haliyle bambaşka çözümlemelerle ortaya çıkıyor kadın ve erkekte. Özetle, 4 rakamı her iki cins için aynı olsa da, biri 2+2’den, diğeri 2x2’den buluyor sonucu. O nedenle 4=4 demeden 4’ün neden 4 olduğunu anlamak adına gidiş yollarına ayrı ayrı bakmak gerek her iki cins için.

Ancak bu demek değildir ki bir cins diğerinden üstündür. Esas olan “insan”dır benim gözümde. Bu nedenle “kadın”a yapılmakta olan pozitif ayrımcılığı da ne kendi ülkemde ne de başka bir ülkede yerinde bulmuyorum. Zira birinin pozitif ayrımcılığa ihtiyaç duyduğu konular erkek için de olabilir, kadın için de. Doğum yapmış bir kadının 4 + 2 ay (tam süreleri bilmiyorum, hatam varsa affedin) doğum ve süt izni elbette ki verilmek zorundaysa karısına yardım etmekle yükümlü olması gereken (teoride) bir erkeğe de 3 gün yasal izin veriliyor olması saçma bana kalırsa. Şansa bakınız ki bu ülkede bir kadın evlendikten sonra sanki evlenmeden önce bu durumu hiç konuşmamışlar gibi işi bıraktığında, “kocam çalışmama izin vermiyor” sebepli evlilik tazminatı (teşvik desek daha mı doğru olur acaba?) alabilirken, erkeğin elleri nal topluyor. Özellikle bu örnekleri seçtim. Kadının daha fazla hakka sahip olmasını gerektiren milyonlarca durum elbette ki var, bunu zaten biliyoruz. Bilmediklerimiz daha doğrusu işimize gelmeyenler de var, onu anlatmaya çalışıyorum.

Bu uzun girişten sonra, sinirimin dünden beri neden bozuk olduğuna gelirsek... Bu ülkenin, en kozmopolit şehrinde, her kesimden insanın kullandığı ve kullanmaya hakkı olduğu bir toplu taşıma aracında, genç bir insan, şort giydiği gerekçesiyle suratına yumruk yedi. Kurduğum cümle ne kadar da şaşırtıcı! Genç bir insan durup dururken neden otobüste dayak yesin ki? Bu olsa olsa bir kadın olur. En iyisi cümlemi düzelteyim: Genç bir kadın, şort giydiği için bir erkekten yumruk yedi. Hah, tamam şimdi oldu! Buyrun, gazetelerimize layık bir haber size...

Kadın yumruk yiyor, insanlar bakıyor, adam kaçıyor, insanlar bakıyor, kadın polisi aramak istiyor, insanlar engelliyor, kadın kendini savunmak istiyor, insanlar “büyütme” diyor.

Neden?

Çünkü insanlar eve gidecek, çünkü insanlar yemek yiyecek, iftar açacak, vaktinde varacak, çünkü insanlar yorgun, çünkü insanlar bütün gün ekmek peşinde koşmuş, çünkü insanlar bezmiş...

Hayır, çünkü insanlar bencil!
Hayır, çünkü o kadın gerçekten de şort giymiş!

Girişte kadın,erkek, eşitlik, ayrımcılık, vs diye bir sürü laf gevelemiş olmamın sebebi şudur: O otobüste, bir tane mi kadın yoktu hemcinsini koruyacak? Onun halinden anlayıp, empati yapıp, polisi aramaya bir tane bile kadının eli gitmedi mi? Hepsi ellerinde çekirdek, evlilik programı izler gibi bu olayı mı izledi yani? “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mı dediler? Yoksa “O da o...u gibi giyinmeseymiş!” mi dediler yan yan bakıp başörtülerinin kenarını işaret parmaklarıyla düzeltirken. “Büyütme” diyen teyzenin kızı hiç mi şort giymedi hayatında? Ya neden ya neden?! Biri bana anlatsın! Bu ülkede kadına yapılan en büyük eziyeti, en büyük şiddeti kadınlar yapıyor! Hergün dayak yedikleri erkeklere, şiddet görmeyen hemcinslerinden intikam alır gibi, çanak tutuyorlar. Nasıl müsade ediyorlar, nasıl izin veriyorlar?

O yumruk atan adamı normal karşılıyorum anlamına gelmesin bu. Elbette ki karşılamıyorum. Ama biliyorum ki o yumruk atan adamı yetiştiren kadınlardan hiçbir farkı yok “büyütme” diyen kadınların. O kadınlar, o anneler işte... Görgüsüz, bağnaz, cahil... Kadın demeye utandığım, zerafetten, incelikten, estetikten, sanattan, kültürden, duygudan, vicdandan haberi olmayan, kadınlıktan çıkmış kadınlar.

Bu ülkede kadınla erkeğin eşit olmasına ihtiyaç yok. İnsanlar eşit olsun yeter. İnsanlar eşit haklara sahip olsun. Birbirinin üzerine basmasın, başkasının ızdırabından beslenmesin, kendine paye çıkartmasın. Bir erkek yumruk atabiliyorsa, bir kadın da atabilsin istiyorum ben. Bir kadın aşağılıyorsa, aşağılansın da isterim.

Zira bu ülkede travestiler, kadın gibi tecavüze uğrayıp, erkek gibi dayak yiyor...

Wednesday, July 6, 2011

Fenerbahçe


Fenerbahçe küme düşecekmiş. Evet, ben Galatasaray'lıyım ezelden. Fenerbahçe'nin küme düşürülmesinin nelere yol açacağını çok iyi biliyorum. Sporun her alanında esas rakibimiz Fenerbahçe'dir bizim. Son dönemlerde basketbolda, voleybolda ve bazı diğer amatör branşlarda Fenerbahçe hep önde. Kadın ve erkek basketbolunda final oynadık onlarla. Onlar çok iyi kadrolar kurarak ve Avrupa'da başarı ile Galatasaray'ı çekme görevini üstlendiler son yıllarda. Tıpkı bizim futboldaki başarımızla onları çekip şampiyonlar liginde çeyrek final oynattığımız gibi. Bu benim düşüncem tabi, isteyen katılır, isteyen katılmaz. Ama sonuç olarak söyleyeceğim şudur ki, Fenerbahçe'nin olmadığı ligin benim için hiçbir zevki yoktur.

Ama konu bu değil gözlemlediğim kadarıyla.

İlk huylanmam davayı açan savcının Zekeriya Öz olduğunu öğrenmemle başladı. Arkasından Aziz Yıldırım'ın yollanmasından sonra yerine gelecek başkanın, başbakana danışılarak seçilebileceği ihtimali su yüzüne çıktı. Hemen arkasından da zaten dava açılmadan RTE'ye danışıldığı yazdı Vatan gazetesinde. Yani anlayacağınız "hukuki tetikçi" Zekeriya Öz yine önceden hazırlanmış planları uyguluyor. Ha tabi Aziz Yıldırım kulübünü şikeye bulaştırmış olabilir. Şampiyonluk için masa başı oyunları gerektiğini kendisi söylemişti zaten seneler evvel. Ama verdiği bu açık kendisine pahalıya mal oldu ya da olacak diyelim. Pahalıya mal oldu derken asla kendisinin görevinden olacağını ve Fenerbahçe'nin şampiyonluğunun alınacağını kastetmiyorum. Söylemek istediğim Türk futbolu da artık bağımsız değildir. Belki de Türk futbolunun en önemli kurumlarından birinin altına dinamit yerleştirilmiştir. Artık Fenerbahçe yeni olası başkanıyla istendiği gibi manipüle edilebilecek bir kulüp olacaktır.

Sağa sola salyalar saçarak "Küme düşürülsün fenevbahçe zaaa" diyen ergenleri bir kenara bırakırsak, durumun vehametini önümüzdeki dönemde göreceğiz. Benim burada yazdıklarım bir varsayım. Ancak şu ana kadar bu derece büyük davaların asla ama asla iktidar aleyhine (ya da iktidarın işine gelmeyecek şekilde diyelim) sonuçlanmadığını çünkü yargının referandum ile beraber tüm bağımsızlığını kaybettiğini de belirtelim.

Yine de Fenerbahçe, "Mustafa Kemal'in askerleridir". Onlara bol şans ve sabır. İhtiyaçları olacak.

Kolay gelsin.

Thursday, June 30, 2011

Benim annem kanser...

Tam 2 aydır bildiğimiz bu gerçek, Cenk'in 6 yıldır ilk defa bana "kötü" bişey söylemesiyle hayatıma girdi. Bu zamana kadar konu ile ilgili pek, hatta hiçbişey yazmadım. Yazmamak için kendimi zaman zaman durdurdum. Bazen de içimdekileri kusmayı çok istesem de bilmediğim bişey beni durdurdu. Evet, benim annem kanser. Üstelik "Pankreas kanseri". Üstelik film olmadığını bildiğimiz her sahnede olduğu gibi mucize beklentilerimizi düşürecek kadar ilerlemiş safhada.

Sonuç olarak, kendi kendimi doldurmadan, kendime ve etrafımdakilere acımadan, duygu sömürülerine girmeden yazabileceğim, hislerimi doğrudan, abartısız, sade olarak aktarabileceğim zamanı bekledim. O zaman bu zaman mı bilmiyorum ama vakit çok geçmeden bu zamanların notunu bu sayfaya düşmek lazım.

Bu sürecin aile bireylerinin her birine tek tek öğrettiği birçok şey oldu. Kriz anındaki bir kalbin grafisinden daha inişli çıkışlı anlarımız, kimsenin ağzından tek kelime çıkmadığı anlarımız, bişeyler yapmak isteyip hiçbişey yapamadığımız anlarımız, hiçbişey yapamayacağımızı bilmemize rağmen, herşeyi değiştirebilecek güce sahip olduğumuzu sandığımız anlarımız oldu. Bu dönemle ilgili bazı notlar düşmek istedim, kah öğrendiklerim, kah hissettiklerimle ilgili.


* Annem, yaşamayı, hayatta kalma fikrini zannettiğimizden fazla seviyormuş. Evet, hep prensipli, hep söyleneni uygulayan bir kadındı ama, iradesine bu kadar hakim, o kadar ızdıraba rağmen bu kadar azimli olduğunu görmek, herşeye rağmen her fırsatta gülümsemeye çalışması, öğretilerin başında geliyor. Ha bir de, yaşamını sürdürmek için bazı organların olmasa da oluyormuş. Vedalaşması 8 saat sürdü ama annem salıverdi bazılarını :)

* Ben... Daha adam gibi bir kez bile ağlamadım. Geçtiğimiz çarşamba, hep birlikte yanında doğum günü pastamı kestiğimizin 2 dakika sonrası nefesi kesilip de fenalaşması dahil... Bir yudum su için çaresizce bana baktığını defalarca gördüğüm anlar da dahil... Gücümden, irademden mi? Hayır... Hislerimi kendime bile göstermeye korktuğumdan. Ağlarsam olmuş ve olacakları kabul edecekmişim gibi geldiğinden...

* Buğra abimin attığı bir maili hiç unutmayacağım. Hepimiz adına büyük korku yaşayıp derin sağlık araştırmalarına girdi. Birimizin migreni, birimizin kalbi, birimizin kolesterolü derken, kendimize iyi bakalım diye gönderdiği o talimat maili.
"Tükenmek yok. Daha çocuklarımız kardeş olacak. El ele tutuşup okula filan gidecekler. Anneannelerinin babaannelerinin elini öpecekler." diye bitirdiği o mail. Bunu okuduğumda bile ağlayamadım.

* Umut edebilmek, insanı ayakta tutabilen yegane şey sanırım. Umut edebildiğin sürece direniyorsun. Umut edebildiğin sürece yorgunluğa dayanabiliyorsun. 5 dakika bile umudu kaybedenemizin düştüğü hali görmek, insanın neyle beslendiğinin bir kanıtı oluyor.

* Bazı insanlar "kötü" doğuyor. İçinde kötülük var. Dünyası pis, karanlık, küflü, kokuşmuş. Zamanla olan birşey değil, taaa ruh bedene ilk sığmaya çalıştığında olan birşey.

* Aile dediğin, insanın yaşaması için muhtaç olduğu birşey değil belki ama hayata başka birşeyin katamayacağı tipte bir güzellik katıyor. Tarif edeyim diycem ama mümkün değil. Anneme, babama, abilerimin varlığına binlerce kez şükrettim. Gördüm ki benim birbirinden güzel iki kız kardeşim, gerçek bir eşim, ikinci bir annem var... Babalar hep aynı :) Mesafeli, komik, öğreten, merak eden... Birdi, iki oldu :) Ha bir de aile gibi olan yakınlarımız. İsim listesi uzun olur :)

* Hastalık gibi kötü şeyler için başkalarını aramaya çekinirdim. Ne diyeceğimi bilemezdim. Ama saçmalıktan bahsedecek bile olunsa, insanın bir iki sevdiği insanı görmeye, hatırlanmaya, desteğe ihtiyacı oluyormuş. Çok beklediklerimden bulamadığım, az beklediklerimden bolca gördüğüm şeyler oldu. Yanımda olan, olmaya çalışan herkese nasıl bir minnet duyuyorum anlatamam.

* Başkası adına karar vermek çok zor. Anneniz adına size birşeyler soruyorlar,tedavi, doktor seçimi, vs, vs... Bilemiyorsunuz, aklınız karışıyor. Kendiniz olsa bir kalemde vereceğiniz karar, günlerce uykularınızı kaçırıyor. Böyle sorumluluk alınır mı? Bazen alınıyor.

* Karında boydan boya yer alan iltihaplı ameliyat yarasına pansuman yapacak kadar soğukkanlı bir yaratığa bürünebiliyormuşum. Travmatik bir etkisi olmuş mudur bilemem.

* Etrafımdaki herkese aynı şeyi söyledim günlerce. Plan yapabilmek, insanın hayatta sahip olabileceği en büyük lüksmüş. 3 saat sonranın planını yapamadığım, film izleme hayalini kurmanın bile hayal olduğu zamanlar geçirdim. "Bu durumda aklına bu mu geliyor?" diye düşünmeyin. İnsanın aklına en çok gelen şey, herşeyi inkar edip arkasına bakmadan kaçmak bile olabiliyor böyle bir durumda.

* Annem 3 çocuğunu da çok seviyor. Bu üçlüden en az sevdiğinin ben olduğuma resmen ikna olmuş durumdayım. Yok bu "nazı sana geçiyor" konusu da değil. Ne bileyim, benim de 3 çocuğum olsa, ben de hepsini aynı miktarda sevemem herhalde. Hepsini başka miktarlarda başka şeyler için severim. Annem en az beni seviyor ve bunu normal karşılıyorum. Kız çocuğum ya, ondan belki :)


Aklıma gelen ufak notlar bunlar. Arada bir yine yazarım belki. Uzun bir süreç bizi bekliyor. Dualarımız elbette ki, annemin bu çabalarının sonuç vermesi yönünde. Elimizden geleni yapıyoruz. Yapmaya da devam edeceğiz. Sonuçta, tükenmek yok. Daha çocuklarımız kardeş olacak. El ele tutuşup okula filan gidecekler. Anneannelerinin babaannelerinin elini öpecekler.

Ancak, böyle bir yazının olmazsa olmazı bir kapanışla bitirmek isterim: Birbirinize kenetlenmeniz, birbirinizi hoşgörmeniz, sevmeniz, hayal kurmanız, keşke şunu da yapsak demeniz için, birinizin kanser olmasını beklemenize gerek yok. O zaman çok geç oluyor. Gerçekten bak....


Sonradan gelen edit: Annemin hastalığını araştırmak için, Google'a ilk yazabildiğim şeydi bu yazının başlığı.

Sunday, May 8, 2011

Bazen yeşil, bazen mavi, bazen de gri...

O kadar iyi bir annesin ki, özenip anne olmak istiyorum. O kadar iyi bir annesin ki, senin gibi başarılı olamam diye korkuyorum. Bana öğrettiklerin ve öğretmekte oldukların için minnettarım. Şu ana kadar geçirdiğim en zor anneler günü olacak bu. Umarım daha zorunu geçirmeme kadar çok yıllarımız vardır. Bu aralar iyi olman dışında bir dileğim yok anne. İçim acıyor ama gözlerindeki o parıltıyla güç topluyorum. Seni tahmin edebileceğinden çok daha fazla seviyorum. Anneler günün kutlu olsun, can'ım...

Friday, April 8, 2011

Eğitim bir toz bulutuydu... Patladı, şifre oldu.

Dünü de geçmiş sayarak şöyle bir gerilere gittim. Çocukluğumun ilk yıllarını saymazsak, hayatımda yaptığım birçok şeyi zorunluluktan, mecburiyetten yaptığımı gördüm.

Okuduğum özel ilkokulun ilk yılını burslu okudum ben. İki abim de daha önce o okulda okumuştu. Ailemin maddi durumu o dönem beni de aynı özel okulda okutacak kadar iyi değildi. İki abimin de Anadolu Lisesi'ni kazanabilmeleri için yeterince masraf yapmıştı zaten ailem. Okul müdürlüğünden rica ettiler, ben de zehir gibiydim, okuma yazmayı, dört işlemi biliyordum okul öncesinde. Burslu okutmayı kabul ettiler. Bir yıldan sonra, bazı velilerin haksızlık oluyor diye şikayet etmesi üzerine bursumu aldılar. Ailem ne yapacağını bilemedi ama bana da birşey belli etmedi. Benim de Anadolu Lisesi'nde okumam, iyi bir eğitim almam şarttı. Okulumu değiştirmemem için binbir zorluğa girdiler. Sınav öncesi kurslara gönderdiler. En nihayetinde kazandım.

Çalışkan bir öğrenci olmadım hiçbir zaman. Çalışkan olmayı geçtim, tembeldim. Hiç ders çalışmadım. Ailem büyük adam olmamı istediği için kurslara gittim, sıkılsam da dersleri dinledim, anladım. Basketbol oynuyordum. Babam derslerden geri kalırım diye gitmemi istemedi ama müdahale de etmedi. Bir gün, coğrafya dersinden 3 aldığımı öğrendiğimde, kendimi mecbur hissedip en iyi oynadığım dönemde basketbolu bıraktım.

Mecbur olduğum için kurslara gitmeye devam ettim. İki abim de mimarlıkta okuyordu. Ailem çok büyük çaba gösteriyordu hepimiz için. Utandırmamalıydım, mecburdum, üniversite sınavına girecektim. Yine ders çalışmadım. Arkadaşlarım tuvalette bile test çözerken, ben her akşam bir yandan radyo dinliyor, bir yandan elimdeki tek bir testi döndüre döndüre soru çözüyordum. Tek yapabildiğim dersleri adam gibi dinlemekti.

Soğukkanlıydım. Deprem oldu, ailenin en küçüğü ben olsam da, herkesi ben derleyip topladım, evdeki kuşu bile... Üniversite sınavına girdim. Soğukkanlılığımı kapıda bırakmışım. 15 dakika boyunca, bildiğim herşeyi unutarak kağıda boş boş baktım. Havuz problemini felsefe sorusu sandım. Sözelden sadece Türkçe'yi yetiştirip coğrafyada sayısal loto oynadım. Sınavdan çıktım, kafamı gömüp susmadan ağladım. Akşam tüm arkadaşlarım konsere gittiler, ben evde oturdum. Mecburdum. Sınavım kötü geçmişti, sevinemezdim.

Puanlar açıklandı. 8 tane tercih yaptım. Sonuç yıl genelindeki durumumun çok altındaydı. Önceden beri planladığım bölümlerin hepsini yazdım. Hepsi de kör tercihlerdi. Hiçbirine yerleşemeyeceğim açıktı. Mecburdum. Bir tane gerçekçi tercih yapmak zorundaydım. Adını ilk defa gördüğüm, ne işe yaradığını bile bilmediğim bir bölümü,çok iyi bir okulda diye yazdım. Bir sene daha bekleyemezdim. Aileme bir sene daha yoktan masraf çıkartamazdım. Kazandım.

Mühendislikle alakalı herşeyden nefret ettiğim bir üniversite hayatı geçirdim. Herkes üniversite yıllarına dönmek ister. Ben hiç istemedim. Ama mecburdum, vazgeçip başka bir bölüme geçemezdim, işsiz kalma lüksüm yoktu, hafif (?) bir bölümü seçemezdim. Uzatsam da okulu bitirdim. Mühendis oldum.

Çalışmaya başladım. Çalışma hayatım boyunca, sevmediğim müdürlerle, onların ayarsız baskılarıyla çalıştım. Mecburdum. Birçok insan aylarca, yıllarca iş ararken, şımarıklık yapamazdım. Sevmediğim konular, işler olsa da mutsuz olsam da, birçok zaman ağlaya ağlaya eve gelsem de çalıştım. Hala da çalışıyorum. Bundan sonra yeniden üniversiteye gidip gazeteci, sosyolog olamam. Olsam da iş bulamam. Bulsam da bu yaş için doğru dürüst para kazanamam. Bir takıma girip basketbol oynayamam, oynasam da 10 dakikadan fazla koşamam, topu elimde tutamam.

Son zamanlarda sıklıkla duyuyorum. Aileler çocukları iyi eğitim alabilsin, kaynakları bol olsun, hocaları düzgün olsun diye özel okul araştırıyorlar. Daha 3 yaşında çocuğu, o kolejin anasınıfına sokmaya çalışıyorlar. Anaokullarına, ilkokuluna da devam edebilsin diye, 40.000 TL'ler vermeyi göze alıyorlar. Çocuk iyi eğitim alsın, önce iyi bir lise, sonra iyi bir üniversite kazansın. Adam olsun. Mecburlar... Ya da haklı olarak öyle hissediyorlar.

Şimdi bana söyler misiniz, arkeoloji okumak isteyip okuyan, adam sayılmak, para kazanmak için banka veznesinde çalışacaksa, şifre olmuş olmamış ne yazar? Hepsi aynı kabusun, aynı mecburiyet batağının içinde boğulmayacaklar mı benim gibi?

Tiyatrocu bir arkadaşımın annesi, arkadaşlarına çocuğunun mesleğini söylediğinde "Olsun üzülme, kısmet." cevabını alıyorsa, sınavda şifre olsa ne olur, olmasa ne olur?





Bambaşka bişey yazacaktım, ne çıktı...


Wednesday, March 30, 2011

Ses, seda

Taaa Eylül ayından beri sesimiz soluğumuz çıkmıyor. Hatta en son Cenk'in sesi çıkmış. Benim soluğum daha da öncesinden beri kesilmiş.

Bir sürü sebebi var elbet. Ama ben içlerinden en naif gördüğümü paylaşayım sizinle:

Bundan aylar evvel, Fikriye'min ekranını kırdım! Ekranı yaptırma maliyeti yeni bir Fikriye alma maliyetiyle neredeyse aynı olduğundan, bir köşede mahzun mahzun duruyor Fikriye'm. Üstelik Fikriye'mle öyle bir bağ kurmuşum ki, benim olmayan birşeyle, benim olan bu bloga yazı yazmak içimden gelmedi. Şirket bilgisayarımı da hiçbir zaman sevemediğimden, parmaklarım kendi sözcüklerim için gitmemiş klavyeye.

Ha şu anda Fikriye tamir oldu da mı yazıyosun derseniz, cevabım "hayır". Ama zaman zaman öyle büyük bir özlem duyuyorum ki yazmaya, bari kendi mahçup tarihime minik bir not düşeyim istedim bu uzun aralığın nedenini.

Aklıma yeni yeni fikirler geliyor blog için, ya da olası alternatif bloglarım için. Hepsini kaldırıyorum bilincimin alt raflarına.

Cenk bugün yeni bir laptop aldı kendine. Belki kendisiyle tanışınca (henüz adını bilmiyorum) sever, kelimelerimi ona layık görebilirim.

Bu ara fazla uzun sürmez gibi. Zira dolup dolup taşıyorum.

Hepinizi özledim.

Sevgiler...