Wednesday, September 16, 2009

Giderken

İnsan yazmaya yazmaya köreliyor resmen. Dedim ki büyük bir değişiklik gerçekleşti hayatımda ve hala iki satır karalamadım, oturup neler oluyor neler bitiyor anlatayım.. Ama söze nereden girilir onu bile bilemedim. Eski sevgiliyle ansızın karşılaşmak gibi, sayfayı açtığımda önce bir süzüldüm büzüldüm sonra da olduğu kadar diyip başlamış oldum.

İş değiştirmek insan hayatında kısa süreli de olsa ciddi bir şaşkınlık evresi yaratıyor. Özellikle de benim gibi tuhaf bir şekilde değiştiyse. İlk günler büyük bir sinir stres ruh hali içinde gittiğim yeni işimde, takip eden günler bu öfke ve gerginlik yerini yeni işin heyecanına bıraktı. Yepyeni insanlar tanımanın, bu insanlarla anlaşıp anlaşamayacağımın endişesi, benzer olsa da bambaşka bir sektörün karakterini ve araçlarını öğrenmeye çalışmak, konu satış olunca hedefleri tutturma ihtimali, hergün Mecidiyeköy'den Maltepe'nin bizzat tepelerine akşam trafiğinde varmaya çalışmak, sabahın köründe uyanmak, vs derken bir de baktım ki yepyeni bir koşturmanın tam da ortasındayım. Başlangıçtaki negatif yüküm giderek yerini güzel bir heyecana ve azme bıraktı diyebilirim. Önceki işimde başarılı olmak şimdiki gibi bir anlam ifade etmiyordu çünkü orada başarı sayılan şey bana herhangi bir başarı duygusu aşılamıyordu. Durum şu an çok farklı, hırslandım sanırım ki, sürekli oradan oraya koşturuyor, mail trafiklerinin ortasına kendimi atıyor, hiçbirşeyi unutmadan sürekli zihnimi canlı tutmaya çalışıyorum. Bunlar benim için güzel değişiklikler. Beynimi kullanabileceğim ve kullandığım ölçüde başarılı olabileceğim, başarımın küçük veya büyük oranda takdir edildiği bir ortamdayım şimdilik. Şimdilik diyorum çünkü önceki işimin üzerimde bıraktığı travmatik etki nedeniyle hiçbirşeye güven duyamıyor, ileride başıma gelecek olası felaket senaryolarına karşı ruhumu hazırlıklı hale getirmeden edemiyorum.

Tepeden tırnağa yepyeni bir satış kadrosuna dahil olmuş durumdayım. Bu ekip iki takıma ayrılmış durumda. Benim içinde bulunduğum takımdaki diğer birey de bu işe başlamama sebebiyet vermiş zat-ı muhterem! Hiçbirşey yokmuş gibi davranmak ve sadece işime odaklanmak konusunda -içimdeki öfke düşünülürse- bir hayli zor olsa da büyük çaba içerisindeyim ve başarılı olduğumu söyleyebilirim. Akıllıca davranmaya çalışıyorum. Sorumlusu olduğum sektörler potansiyeli olan sektörler ve bu sebeple kendime güvenim yüksek. Diğer ekip arkadaşlarıma baktığımızda da aralarından sıyrılmam ve kendimi ispat etmem mümkün olacak gibi. Çalıştığım şirket de bulunduğu sektörde en başarılı şirketlerden biri diyebilirim.

Başarılı olmayı ve huzurlu bir iş hayatını dilemekten başka birşey yapmıyorum kısacası. Herşeyde bir hayır var derler, inşallah öyle olur.

Bunun dışında, hepimizin bildiği gibi önümüzdeki hafta Ramazan Bayramı'nı kutlayacağız, benim çocukluğumdan beri süregelen söylenişiyle Şeker Bayramı. Bu tatili ilk defa annemlerden uzakta geçireceğim. Bizim istisnasız her bayramın ilk günü sabahın köründe toplanılır, bol çeşitli kahvaltı şen kahkahalar eşliğinde yapılır, bayramlaşılır ve tatlı tatlı sohbet edilir. Bu sefer annemlerin evi bir parça buruk girecek bayrama... Abim askerde, bizse Londra'da olacağız.

Şaşıracaksınız belki ama hayatımda ilk defa memleket sınırları dışına çıkacağım ve elbette ki bu beni heyecanlandırıyor. Ancak o sucuklu, zeytinli kahvaltıyı tercih eder miyim? Ne olursa olsun evet! Daha henüz bavul hazırlamadım, yarın yoğun bir gün olacak, akşamı ise daha yoğun.

Ancak bu seyahat uzun süredir yapmadığım "Bana göre" serilerine yeni bir alt başlık kazandıracak elbet. Cumartesi günü Chelsea- Totanham (nasıl yazılıyor bu?) maçına gidiyoruz, tabii ki Cenk heyecandan tırnaklarını yiyor!

Fırsat bulursam oradan da seslenirim size ancak şimdilik vedalaşmam gerek, zira yarın 7de kalkacağım ve dünden uykusuzum. Şayet bayramda buralarda olmazsam da hepinizin bayramını şimdiden kutlar, büyüklerimin ellerinden öper, harçlık ister, küçüklerimin de gözlerinden öper, şeker veririm! Güzel bir tatil geçirin e mi?!

Saturday, September 12, 2009

Mannish Boy


Blues'un 7 büyük adamından biri, Muddy Waters'dan geliyor, "Mannish Boy".

İyi haftasonları.

Thursday, September 10, 2009

Özledim

Blog yazmayı
Boglara bakmayı
Tanya'yı, Tuğba'yı, Şebo'yu, SED'i...

Kahkaha atmayı
Ötesini berisini düşünmemeyi

Tophane'de hergün saatlerce kitap okumayı
Adaçayı içmeyi

Kendi şarkılarımı dinlemeyi
Kendi filmlerimi seyretmeyi

Sessizce ağlamayı
Sevinçten zıplamayı

Burcuyla kahve içmeyi
Selinle abuk subuk şeylere kopmayı

Babamın dizinde tv seyretmeyi
Zorla anneme saçımı okşatmayı

Cenki özledim hergün görsem de
İkimize ait, konuşkan geçen, sadece bizim zamanları...

Tüm aile neşesini özledim.. Herkes mutlu, herkes huzurlu...

Herşeyi özledim.... Hem de çok..







Ama ne olursa olsun, çok çok çok çok şükür halimize... Ben sadece özledim :)


P.S: Bugün birtanecik kendi güzel annemin ve Def Def'in güzel saçlı annesinin doğum günü...

Hergünleri güzel geçsin inşallah...

Wednesday, September 9, 2009

İstanbullu, Büyük Düşün!

"Bu tablo İstanbullunun tedbirsizliğinin sonucudur."

Az önce Kadir Topbaş bunu söyledi televizyonda. Şaşılacak birşey yok, tabi ki diyecek. Bu onun en doğal hakkı. Ne diyecekti?

Şöyle mi deseydi mesela?

"Tabi sayın vatandaşlarım. Biliyorsunuz yüzyıllardır yönetimlerimiz yönetme özürlü olduğundan, her araziyi imara açıp, 3-5 kuruş paraya 2 kodoman iş adamına yalakalıktan peşkeş çektiklerinden, olur olmaz her yere köprü yol yaptıklarından, çalışıyor izlenimi vermek için de her sene her yere lale diktiklerinden, ama o laleleri sulayacak alt yapıları yapmayı bile akıl edemediklerinden; her yağmurda güzel şehrimizde sel tehlikesi oluşmaktadır. Ama sizler de buna alışın artık canım. Nedir yani?"

Ben bu blogu yazdığım sıralarda 23 ölü vardı. Elalemin memleketinde kasırga oluyor bir kişi ölmüyor muhabbetine girmeyeceğim. Başka birşey söyleyeceğim.

ÖTV ile toplanan paralar olası(!) deprem için yapılması gereken hazırlıklara aktarıldı mı? Ne hazırlık yapıldı İstanbul'da? Yollar sele dayanamıyor, depreme nasıl dayanacaklar? Hastahaneler ne durumda. Ya metro? Metro depreme dayanacak mı? Köprüler? Karşıya ulaşabilecek misiniz deprem olduğunda? Yapılan hastahaneler belirli bir tüzüğe göre mi yapılıyor mesela? Ulaşımları kolay mı? Yeni yapılan evler mesela? Zorunlu deprem sigortası dışında bir önlem (!) var mı evlerimiz için?

Bu şehirde bir deprem olacak güzel kardeşlerim.

Ve o zaman da "Bu tablo İstanbullunun tedbirsizliğinin sonucudur." diyen bir başkanımız olacak. Bundan emin olabilirsiniz.

Sunday, September 6, 2009

Kader

Ameliyat arası, dinlenme salonunda sohbet ederken eski arkadaşlarımdan biri İslami inancımı kastederek - biraz da muziplikten - benim imanımın “sakat” olduğunu söyledi. “E”, dedim. Amentüyü bilmekle mümin olunmazmış, sorgusuz sualsiz kadere inanmak gerekirmiş. Bir daha “e, yani ? ” dedim. Ne “e” siymiş (!) ben kadere inanmıyormuşum işte, dolayısıyla imanım da tam değilmiş ve Müslümanlığım falan… Affedersiniz ama “Ulan” dedim “madem senin dinin, imanın tam, amentüyü kalpten okuyor ve de kadere dibine kadar inanıyorsun da (?) ne diye Allah’ın inceden inceye hesabedip DNA sarmalını 140 bin yararak (‘kılı kırk yarmak’ gibi ) özene bezene yazdığı kader’e kötü, oyuncu, zalim, cilveli ve hatta kahpe sıfatlarını yakıştırıyorsun? Hadi, utanmazsın biliyoruz da Allahtan korkmuyor musun? Berzahta kıyamet gününü beklerken cehennem kapısındaki Zebani öğretir sana kadere kahpe demenin ne demek olduğunu. Başlarsın salya-sümük ağlamaya şimdi ne b…k yiyeceğiz diye.” Sözün burasında tam da Zebaninin mızrağının üç oklu ucunun ne işe yarayacağını (!) anlatacaktım ki sözümü keserek “Tamam hocam, anladım sevgili abim, anladım! Hem de net bir şekilde. Ama sen de çabuk kızıyorsun be abi !!! ” dedi ve personel Hatice hanıma seslenerek “ Haççanım, şu sandalyeyi değiştir; bi şey batıyo gibi, rahatsız oldum” dedi. O sırada beni ameliyathaneden çağırdılar ve koltuğumu, oradakilerin bana her zaman hissettirdikleri sevgi ve saygıya bırakıp birazdan dönmek üzere ayrıldım.

Kader filozofik ve teolojik olarak zaten 2600 yıldan beri yorumlanıyor ve tartışılıyor; Tevrat’ın vahiy gününü dikkate alırsanız belli ki evveliyatı da var. Aslında “Kader” Arapçada “ölçmek, ölçerek takdir etmek” demektir. Teolojik anlamı ise, Tanrının evrendeki tüm olayları ve hayatı en ince ayrıntısına kadar önceden bilmesi, belirlemesidir. Bir başka deyişle kader “takdir-i ilahidir”, yani Tanrısal yazgıdır.

Dediğim gibi kaderle ilgili çok farklı düşünce ve yorumlar var. Örneğin, Bodrum’lu Herodot kaderin değişmeyeceğine o kadar inanmış ki “Bir Tanrı bile mukadderata karşı gelemez” diyor. Arthur Schopenhauer insan iradesinin kaderle ilişkisini “Kader kartları karar, biz de oynarız” veciz deyişiyle kuruyor. Ömer Hayyam,

“Şu dünyada bir soru, her gün aklı süsledi
Kader, cennet, cehennem; nerde, bilmek istedi
Söyledi öğretmenim sonunda doğrusunu:
Kader, cennet, cehennem; hepsi sendedir, dedi!”

dörtlüğüyle kaderi ne de güzel insana mal ediyor. Yahya Kemal ise “Hiç şaşmayan saat gibi işler durur kader” diyerek kader karşısındaki güçsüzlüğümüze vurgu yapıyor.

Yani kısacası aklı, bilgisi, bilim adamlığı ve dehası tartışılmaz insanlar bile kaderi birbirinden farklı yorumluyorlar. Ben, genlerimize yazılmış genetik kaderi irademizle değiştirebileceğimizi (iradi kader), yaşam boyu rastlayabileceğimiz kötü olasılıklardan kısmen de olsa aklımız ile korunabileceğimizi, korunamadığımız kötü rastlantıları da iyi rastlantılar kadar olgunlukla karşılayabileceğimizi düşünüyorum. İnanıyorum ki Allah kâinattaki bütün kuralları ve dengeleri en ince ayrıntısına kadar doğanın hafızasına yani Levh-i Mahfuza değişmemecesine yazmıştır ve bu bağlamda ne mucizeye müsaade eder ne de inayet gösterir.

Kader, gerçekten üzerinde uzun uzun konuşulup tartışılacak bir konudur. Zaman lazım, yer lazım, okuyacak sabır ve ilgi lazım. Bu nedenle yazıyı kısa bir şiirle bitirmek ve tartışılacak pek çok hususu yorum ve sorulara bırakmak isterim.

Çektiğim büyük bir acıyı takiben varlığıyla bana hayat veren bir minik bebek, ona her akşam gitar çalmam koşuluyla bana kaderimle mücadele etmeyi öğretti. Ben çaldım, o söyletti.

Hani çektirirken yüklediği acıyı
yüzüne yeni kırışıklar çizer ya kader;
katlanırken kederine
utanmadan cilveli de sırıtır ya!
Çökerken göğsüne
“ben felek” deyip
ciğerini de söker ya hani, nefesini keserken!
Atarsan kendini ölümün soğuk kucağına
bıkıp da hayattan erken
eğilip de Kahpe, fısıltıyla kulağına:
“kaderin buymuş senin” der
ve işte o zaman!
ölürsün esastan.

Şimdi artık o çalıyor ben yazıyorum! Yaşlandım tabii ama çok mutlu ve de sağlıklıyım. İlahi bir kontrol altındaki kurallar dizgesinin işaretlerine bakarak kendi kaderimi yazmaya devam ediyorum, ölümsüz bir yaşamın çirkinliğini de bilerek elbet.
Hadi bakalım!
2 hafta sonra gene buluşalım.

Tuesday, September 1, 2009

Fırtına

Epeydir doğru dürüst blog yazmadığımın, yazdıklarımın da öylesine şeyler olduğunun herkes farkında zannedersem. Yaklaşık bir aydır, sanki olacak tatsızlıkları hissetmişim gibi bir sükunet çöktü üzerime, canım hiçbirşey yapmak istemedi. Yaklaşık 3 senedir hergün günde 20 kez kontrol ettiğim bu sayfa ve komutan emri gibi okuduğum diğer sayfalar bu zaman diliminde bana uzaklaştı. Buna yapmaktan hoşlandığım diğer günlük aktiviteler (gülmek, konuşmak, uyumak, yemek yemek, kedi, vs...) de dahil aslında. Dedim ya hissetmişim...


Geçen hafta perşembe ve cuma günleri, hayatımın en sinir bozucu 2 gününü geçirdim sanırım.


Durumu şöyle özetlemeye çalışayım :


2 sene boyunca gerçek bir özen, saygı ve ahlak göstererek X şirketinde çalıştım. Her nekadar yöneticilerimin sürekli full makyajlı ve en kral kıyafetlerle gezmem, kendilerine kendimi iyi pazarlamam (ay ben çok motiveyim, herşey süper, ben de en süpersonik çalışanım, vb yaklaşımlar) gibi konularda beklentilerini karşılayamamış olsam da kimseye bir saygısızlığım olmadı, görevim neyse yaptım.


Bu süre zarfında hoşlanmadığım, aklıma, zekama uymayan birçok şey yaşadım. Yine de bu kadınyoğun iş ortamına uyum sağlamaya çalıştım. Memnuniyetsizliğim hat safhalara ulaşmıştı ki geçenlerde bir İK Danışmanlık firması bana ulaştı (ben başvurmadım) ve Y firmasında açık bir pozisyon için benimle görüşmek istedi. Mazeret izni alarak kendileriyle görüştüm. Olumlu geçmiş olacak ki Y firmasının yetkilileri ile yeni bir görüşme ayarlandı. 3 günlük sağlık raporum varken bu süre içinde Y firması ile iş görüşmesi yaptım. Bu görüşmede daha önce X firmasında çalışmış biri ile karşılaştım.


Raporum sona erdikten sonra işe döndüm. Yöneticim beni çağırarak raporlu olduğum süre içinde iş görüşmesine gittiğimi "tespit ettiklerini" belirtti ve beni alenen istifa etmeye davet etti. Şirket kriterlerine göre etik dışı bir hareket yapmışım. "Saygı duyarım, o zaman işten çıkartın" dedim. Zor bir süreç olduğunu söyledi. Ardından bir üst yöneticim çağırdı. Beni istifa etmeye davet etti. Etmeyeceğimi yineledim. İstifa etmezsem bir referansımı kaybedeceğimi, çok yanlış birşey yaptığımı, benim yerimde olsa herkesin istifa edeceğini söyledi. Dayanamayıp "tazminat vermek istemiyorsunuz, istifaya zorluyorsunuz" dedim. Alenen "evet" dedi. Sonra da büyük bir keyifle "sen de ne fena pişti olmuşsun" diyip güldü. Bu bir yöneticinin tarzı olmalı mıdır? Tartışılır. Bu muydu yani 2 senelik emeğin, defalarca sinirimin bozukluğundan döktüğüm gözyaşının, stresin, sinirin, fedakarlığın değeri?


Aradaki İK Danışmanlık firmasını arayıp iş görüşmesinin sonucunun olumsuz olduğunu öğrendikten sonra yaşadıklarımı, görüşmelerin gizli kalması gerektiğini ancak başıma birsürü iş açıldığını ilettim. Konuyu Y firmasına aktarmışlar, teselli armağanı olarak iş teklif edildi. X firmasında inat edip kalıp, hakkımı almak için uğraşırken yaşayacağım stresi göze alamayıp firmanın teklifini kabul ettim. Şimdi yeni bir şirkette çalışıyorum. İş görüşmemin bilgisini paylaşan kişiyle aynı ekipte..


Sözde ahlaksızlığımı da aldım gittim kısacası :)


Böyle laylaylom anlattığıma bakmayın, perşembe akşam bir yol çizmeye ve karar vermeye çalışırken beynim patlayacak gibiydi...


Şaka gibi, siz ne dersiniz?