Wednesday, December 11, 2013

Okuma Şenliği I , Kış 2013

Genelde boyumdan büyük işlere kalkışmaya korkarım ama bu sefer "sonunu düşünen kahraman olamaz" gazıyla harekete geçmeye karar verdim. Aslında kalkıştığım iş çok da anlattığım gibi dramatik değil ama son 2 senedir kitap okuma konusunda göstermiş olduğum o müthiş (!) performansı düşünecek olursak hayli iddialı bir dönüş yapmaya yeltendiğim doğrudur.

Durumdan çok saygıdeğer Selen Hanımefendi sayesinde haberdar olduğumu söylemeli ve kendisine ilk gördüğüm yerde farkında olmadan başıma açtığı iş için teşekkürlerimi sunmalıyım.

Konu şu ki, Pinuccia'nın Kitapları isimli blog sayfası Altın Kitaplar'ın da desteği ile bir kitap okuma şenliği düzenlemiş. Çeşitli kriterler var, bu kriterler doğrultusunda listenizi hazırlıyor ve 3 Mart 2014'e kadar listeyi bitirmeye, daha doğrusu kriterlere karşılık gelen puanları toplayarak en çok puanı toplamaya çalışıyorsunuz. Bence liste oluşturmak hem çok eğlenceli hem de çok zor. Listeyi oluşturmak için harcadığım zamanda zaten 1 kitabı bitirirdim desem yalan olmaz ama üzerine düşünüp araştırmak, alternatiflere bakıp karar vermek gerçekten güzel zaman geçirtiyor. Üstelik insana bir disiplin kazandırabileceğini de düşünüyorum. Ben kitapların çoğunu kendi kitaplığımızdan seçmeye karar verdim ve işin içine Cenk'in kitapları da girince hep mesafeli durduğum bilim-kurgu edebiyatına da göz kırpmaya başlamış oldum.  Bazı kriterler için hala karar verememiş olsam da, kategorilere göre oluşturmaya başladığım listeyi aşağıda sunuyorum, kurallar içinse Pinuccia'nın Kitapları'na bakabilirsiniz.  

1. Kategori (10 puan): Altın Kitaplar Yayınevi’nden çıkan bir kitap okuyanlara.

 Isaac Asimov - Altın Galaksi (314 sf) Benim okuduğum çok eski bir basımdı, ismi Vakıf ve İmparatorluk İngilizce aslına sadık kalarak değiştirilmiş sonradan.  

2. Kategori (10 puan): Kütüphaneden ödünç alınmış veya sahaftan satın alınmış bir kitap okuyanlara.

Harry Harrison - Yer Açın! Yer Açın! (218 sf) Bu kitabı Cenk 96 senesinde Beyoğlu'nda bir sahaftan almış. Orijinal adı Make Room! Make Room! Okuması Isaac Asimov'un Vakıf ve İmparatorluğu'ndan daha kolay geldi çünkü konu bütünlüğü, olay örgüsü daha akıcı şekilde kurgulanmış. Vakıf serisinin tamamını okusaydım belki düşüncelerim daha farklı olurdu. Diğer seri kitaplarını bulabilisem bu seriyi son kategoriye kaydırmayı düşünebilirim.

3. Kategori (10 puan): Adında bir hayvan adı olan bir kitap okuyanlara.

Kurt Vonnegut - Cat's Cradle (287 sf) - Bu, kitaplığımızda bulunan 2 hayvan ismi geçen romandan biriydi, diğerini başka bir kategori için ayırdım. Değişebilir.  

4. Kategori (15 puan): 600 sayfadan uzun bir kitap okuyanlara.

Umberto Eco - Foucault Sarkacı (609 sf) - Diğer tüm kitaplar 570 deyince durdu.

5. Kategori (15 puan): Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış bir yazarın bir kitabını okuyanlara.

Günter Grass - Yengeç Yürüyüşü  

6. Kategori (15 puan): Türk edebiyatında klasik kabul edilen bir roman okuyanlara.

Peyami Safa - Matmazel Noraliya'nın Koltuğu (304 sf)  

7. Kategori (15 puan): Hiç okumadığınız bir ülke edebiyatından bir kitap okuyanlara.

Amin Maalouf - Işık Bahçeleri (238 sf) - Bu en çok zorlandığım kategorilerden biri olabilir. Yazar yazılarını Fransızca yazıyor olsa da Lübnan'lı.  

8. Kategori (20 puan): Sinemaya uyarlanmış bir kitabı okuyup filmini izleyenlere.

Daha karar veremedim. İlgimi çeken bütün filmleri izlemişim zaten, belki de filme bakarak karar vermek doğru değildir.  

9. Kategori (20 puan): Adında kış mevsimine ilişkin bir sözcük olan veya konusunda kış teması olan bir kitap okuyanlara.

Ahmet Ümit - Kar Kokusu (280 sf)

 10. Kategori (25 puan): Yasaklanmış bir kitap okuyanlara.

Aziz Nesin'in çevirmesiyle anılan Şeytan'ın Ayetlerini okumak istedim ama bulamadım. O nedenle bu kategori de şimdilik boş. Aziz Nesin'in kitabı çevirdiği dönemde yazarı Salman Rushdi ile girdiği tartışmayı web'de aratmanızı ve incelemenizi öneririm.  

11. Kategori (25 puan): Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk hakkında yazılmış bir kitap okuyanlara.

Evde bir Andrew Mango kitabı var ama biraz daha araştırma yapıp öyle karar vermek istiyorum.  

12. Kategori (25 puan): Yayınlanmış en az beş kitabı olan bir yazarın ilk kitabını veya romanını okuyanlara.

Bu gerçekten enteresan bir kategori. Araştırmam lazım. Aklım Yaşar Kemal'e gidiyor, görücez.  

13. Kategori (25 puan): Bir biyografi veya otobiyografi okuyanlara.

Biyografisi yazılmış kişilerden ilgimi en çok kim çeker sorusuna cevabı bulduğum vakit listede yerini alacak.  

14. Kategori (30 puan): Okuma yazmayı öğrendiğiniz yıl ilk kez yayınlanmış bir kitap okuyanlara.

Ben okuma yazmayı 88 yılında öğrendim. Ama bu da henüz karar vermediğim kitaplardan biri.  

15. Kategori (40 puan): Bir üçleme veya aynı seriden üç kitap okuyanlara.

Muhtemelen Otostopçu'nun Galaksi rehberi olacak ama tam emin değilim.


Kitapları bitirdikçe burada üzerini çizeceğim. Yarışma 3 Kasım 2013 tarihinde başladı. Ben oldukça geç başlamış oluyorum ama burada önemli olan gerçekten de denemek. Yapabildiğimin en iyisini yapmaya çalışacağım. Kitapları bir parça rahat hissettiğim alanın dışından seçmeye çalıştım ki benim için faydası da olsun. Umarım hakkından gelirim. Gelemezsem de okuduğum kadarı yanıma kar.

Siz de katılmak isterseniz listenizi blog sayfanızdan ya da mail ile Pinucca'nın Kitapları'na iletebilirsiniz.

Wednesday, December 4, 2013

Hayal ürünü cinayet




Parmaklarımın arasından kanın ağır ağır akıp giderken seni gerçekten de öldürdüğümü farkettim. Bundan 2-3 sene daha masum olsaydım inanabilirdim iyi insanların birini öldüremeyeceğine. Şimdi ise tam tersi. Büyük bir keyifle soktum bıçağı tam karın boşluğuna. Bıçağın ucuyla göbeğinin ilk temasında hissettiğim direnç bu girişimimin sonuçsuz kalacağı endişesini yaratmış olsa da bu endişem senin deyiminle "yeni bir aksiyon alma"ya itti beni. Ben de bıçağı ittim. Yerini rahatlamaya bırakan o dirençle vedalaşınca iş lunaparkta dönme dolaba benzemeye başladı. Gözlerin dehşet, korku, şaşkınlık ve hala, ısrarla kibirli kibirli bana bakarken bir saniye sonra bana bakarmış gibi ama daha uzaklarda bir bana odaklanmış gibi kalakaldı. 

Bıçağı ilk çevirişimde içerideki dengeleri değiştirmek kolay olmasa da, her dönüşte iç organların karakterin gibi gevşek hale geldi. Kimileri buna vahşet diyebilir. Kimileri yıllardan beri içimde bir cani sakladığımı zannedebilir. Kimileri oldum olası şiddet eğilimim olduğunu iddia edebilir. Hiçbirine itiraz edecek kadar iyi tanımıyorum kendimi. Tek merak ettiğim başkalarının beni tanıdığına nasıl emin olduğu. Ben gerçekten iyi bir insanken yeterince rezil bir insanmışım gibi kurmaca hikayeler yaratıp yargılamamış mıydı beni? Güleryüzlülüğümü rahatlık, dürüstlüğümü patavatsızlık, sessizliğimi yabanilik olarak değerlendirip kendi değerlendirmelerince geliştirdikleri tavırlarla baş etmek zorunda kalmamış mıydım? Demek ki ne ben ne de onlar beni iyi ya da doğru tanımamışız bu kadar zaman. 


Şaşırdığını biliyorum. En acımasız hale geldiğimde beni saf zannetmeye başlamıştın. Seni öldürebileceğimi nereden akıl edebilirdin ki? Ben sadece senin için eğlenceli bir misafirciktim. Küçük dünyanda odacıklar yaratmıştın. Bu odacıkların her birinde başka başka oyunlara yer açmıştın. Bazılarında yalan, bazılarında sapıklık, bazılarında hile, bazılarında hırsızlık, bazılarında nefret, bazılarında dolandırıcılık, bazılarında gösteriş, bazılarında ise cahillik oyunları vardı. Her bir odada her bir oyunu yöneten minik "sen"ler. Seninle her konuşmak zorunda kalışımda yeni bir oda keşfediyordum. Dilerdim ki bu keşif İstanbul'a ilk kez gelen bir turistin Kapalıçarşı'ya attığı ilk adım gibi olsun. Kaç kapısı olduğunu çözene kadar eline renkli dansöz kıyafetleri, fesler, tefler, nargileler, tavlalar ve mücevherler dolmuş olsun. Benimki öyle olmadı. İstanbul'un lahımlarında en pis kokan bok çukuru hangisi sanki onu bulmaya çalışıyorum. 


Seni öldürdüm çünkü minik "sen"ciklerden kurtulmanın tek yolu buydu. Hergün beni yeni bir odaya kapatım ruhumun ırzına geçmene müsade edemezdim daha fazla. Bir gün kafama ayakkabının sivri topuğuyla vuruyorsan, diğer gün briyantinli saçlarını gözlerime batırıyordun. Bir gün bıyıklarını yanaklarımda kusma hissi uyandırarak gezdirirken, diğer gün şuh kahkahalarınla kulak zarımı zedeliyordun. Sen kendini bir kadın zannettiğin günler kadar erkekçe kandırdın beni. Kendini erkek zannettiğin günler kadar kadınca kıvrıldın önümde. Senin ne cinsiyetin, ne güzelliğin, ne karizman, ne ahenkli bir sesin, ne heybetli bir duruşun, ne doğruluğun ne de haysiyetin oldu. 

Senin hünerlerini sergilediğin her odaya girdikçe, kendini birşey sahibi hissetmene fırsat verdim. Bunu yapan sadece ben değilim. Benim gibi milyonlarca zavallı var kendini sana mecbur hisseden. Dişlileri öyle sağlam kurmuşsun ki, insan arasında sıkışmadıkça yaşadığını anlayamıyor sanki. Her sıkıştığında farklı bir kemiğinin kırılmasına aldırış etmeden, sırf yaşıyor hissetmek için senin bir parçan olabilmek, dişlilerinin arasına sıkışmayı sürdürmek için mücadele veriyor. 


Seni neden öldürdüm diyordum değil mi? Sıkıştığım dişlilerden biri beynimi patlattı en sonunda. Tam sen yanımda kahkaha atarken hem de. Baktım başka yerlerim de dağılacak, seni yok etmeye karar verdim. O gün bugündür fırsat kolluyorum. Seni en zayıf, en savunmasız hissettiğin anda, kısacası hiçbirşey bilmediğine emin olduğun bir saniyede yakaladım ve sapladım bıçağı karnının en tatlı, en kabarık, en yumuşak yerine. 


Üzülme, artık sen bir kahramansın. Yıllardır eklediğin her bir dişli ile inşa ettiğin bu dev insan makinasını eminim sergilemek isteyecek başka makina sevdalıları vardır. Benim tavsiyem müzelerini değişik temalara göre düzenlesinler, özene bezene yarattığın her bir iğrençlik odacığın için ayrı bir tema düşünsünler. Bunun için de stadyum büyüklüğünde bir arazi kapatsınlar. 

Seninle vedalaşmak istemiyorum. Zaten üstümü başımı yeterince pislettin. Bir de veda işine girersek garip bir sorumluluk duygusuyla etrafa saçtığım sanal bağırsaklarını toplamak zorunda hissedebilirim kendimi. O nedenle kardeş, bana eyvallah!

Sunday, September 8, 2013

Olimpiyat Oyunları

Geçtiğimiz haftanın en çok konuşulan konusu 2020 Olimpiyatları oldu. Dün gece ise kimimiz heyecan ve hevesle, kimimiz endişeyle ev sahipliği yapacak şehrin açıklanmasını bekledik. Sonuçta ev sahibi şehir Tokyo olunca, biz de Eurovision'dan alışık olduğumuz "çok yaklaştık" avuntusu, kimine göre hayalkırıklığı ya da üzüntü, kimine göre ise iç rahatlamasıyla geceyi sonlandırdık. 

Türkiye'nin olimpiyatlarla ilişkisi Osmanlı döneminde başlamış aslına bakarsanız. 1906'da Atina'da yapılan ara oyunlarda Osmanlı Devleti'ni atletizm dalında temsil eden Yorgo Aliprantis isimli sporcu sonradan bu kategori olimpiyat kapsamından çıkartılmış olsa da 10 metre ipe tırmanmada 11.4 saniye ile dünya rekorunu kırıp kürsüye çıkmış. Meşrutiyetin ilanı ile birlikte kurulan Osmanlı Olimpiyat Cemiyeti Cumhuriyet sonrasında Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi olarak icraatlarına devam etmiş. 1920'de yapılan olimpiyatlara 1.Dünya Savaşı'na neden olan ülkeler arasında yer aldığımız için davet edilmemişiz. 1980 Moskova Olimpiyatları'na ise SSCB'nin Afganistan'ı işgal etmesini boykot etmek amacıyla katılım göstermemişiz. 1932 Los Angeles Olimpiyatları'na yolun uzaklığı, buna bağlı olarak da maddi imkansızlar nedeniyle katılamamışız. Bazıları doping ve ırkçılık nedeniyle kirlenmiş olsa da bugüne kadar başta ata sporumuz güreş olmak üzere çeşitli dallarda 100'e yakın madalya elde etmişiz.

Ev sahipliği maceramız ise 2000 yılında ilk kez aday oluşumuzla başladı. 2016 için adaylık başvurusu yapmadık. En iddialı adaylığımız ise 2020 yılı için gerçekleşti ve dün de final oylamasına kadar yükselerek kafa kafaya denemeyecek bir farkla ev sahipliğini Tokyo'ya teslim ettik.

Şahsi olarak ne düşüneceğimi, nasıl hissedeceğimi tam kararlaştıramadığım bu konuda olimpiyat oyunlarına ev sahibi olsaydık kazanacaklarımız ve kaybedeceklerimizi çoğunlukla bugünün koşullarını baz alarak öngörmeye çalıştım. 

2020 İstanbul Olimpiyatları neler kazandırırdı : 

* Adı bile heyecan yaratıyor. Ev sahibi listelerinde yer almak, yaşadığım şehirde böyle bir organizasyona şahit olmak, oyunları canlı olarak izlemek, potansiyel çocuklarımın elinden tutup götürebilmek hayallerin en güzeli.

* Her sosyal sınıftan gencin futbol dışında spor alanlarını keşfetmesi, bilgi sahibi olması, değerlendirme-eleştirme yetisini geliştirmesi, ilgilenmeye başlaması.

* Birbirinden farklı dallarla ilgilenen sporcuların 7 senemiz olduğunu düşünecek olursak erken yaşta keşfedilerek hızla hazırlanmaya başlaması, devlet tarafından maddi ve manevi imkanlarla desteklenmesi.

* Ev sahipliği yapacak şehir olduğumuzdan, daha çok branşta daha fazla sporcu ile temsil edilmek konusunda bir sorumluluk duygusu geliştirebilmek, buna bağlı olarak da gençleri teşvik etme çalışmalarının yürütülmesi, sporcuların kıymetlerinin alıştığımızdan fazla bilinmesi. 

* Bu kadar eziyete rağmen güzelliğini tam olarak kaybetmemiş şehrimize gelecek kaliteli turist sayısının artması, muazzam bir tanıtım imkanı sağlaması, turizm gelirinin artması, esnafın yüzünün gülmesi.

* Büyük bir organizasyon olması ve genç, dinamik kimselere ihtiyaç duyması nedeniyle pek çok genç insanın bu organizasyonda görev alması, uluslararası bir organizasyonun parçası olarak elde edeceği vizyon ve tecrübenin sağlayacağı bireysel katkı.

* Okulların öğrencilere spor sevgisini ve disiplinini aşılaması, öğrencilerini daha yakından gözlemleyerek gelişimlerine gösterdiği katkıyı arttırması. 

*Herşeyden önemlisi işin içinde elin adamına rezil olmama kaygısı olacağından kadını-erkeği, ırkı, dini farketmeksizin tüm sporcularının destek görmesi.


2020 İstanbul Olimpiyatları ne gibi olumsuzlukları beraberinde getirirdi : 

* Mevcut hükümetin ev sahibi olma başarısını politik bir araç olarak seçimlerde kullanacak olması. Ülkenin selameti, kalkınması ve yeni mecralarda yer alması ve kültürel kazanımlar elde etmesi bir görev olmalı. Bonus değil. Bunu "Bakın, bunlaaaar olimpiyatın o'sunu bilmezlerdi" seviyesinde kullanacak olmaları, bu zamana kadar yapılmış tüm çalışmaları son 5 senedir yapılıyor gibi üstlenecek olmaları tüylerimi ürpertmeye yetiyor. 

* Ulaşım problemi! Olimpiyat oyunları zamanı geldiğinde pek çok ana yolun halk ulaşımına kapatılarak bu sorunun göstermelik çözülecek olması. Yeni ulaşım kaynaklarının tahsis edilmesi yerine halkın günlük ihtiyacını karşılaması beklenen mevcut kaynağın olimpiyat oyunlarına tahsis edilmesi ve günlük hayatın kaosa dönüştürülmesi.

* Gelen turistlerin güvenliğinin sağlanması. Tarihçemizde yer alan tecavüzler, kaçırılmalar, fiziksel ve sözlü tacizler, kapkaçlar, bilet 1 TL - ticket 5 TL'ler. 

* Gelen turistler için düzgün planlanmış turistik gezilerin doğru organize edilememesi. 

* Açılış ve kapanış seramonilerinde yer alan sanatçıların, kültürel sunumların içerikleri. Sertab Erener'i açılış töreninde gerdan kırarken hayal edebiliyorum ancak Fazıl Say'dan bir dinletiyi ne yazık ki gözümde canlandıramıyorum.

* Yapılacak olan inşaatlar. Konu ile ilgili spor komplekslerine çok ihtiyacımız olduğu aşikar. Ancak Toki'nin milli inşaatçımız olduğu bu günlerde TEM kenarına yapılacak her türlü mimari estetikten uzak kazuretimsi binaları, yağmur yağdıkça içine göçen yolları, kesilecek ağaçları, her bir alanda yapılacak şaibeli ihaleleri, bu işe ayrılacak arazileri düşündükçe içim şişiyor. 

* Lüzumlu lüzumsuz dağıtılacak davetiyeleri, bilet fiyatlarının Türk halkının bütçesi için çok yüksek olacak olması, her okuldan bir miktar öğrenci için ücretsiz izleme imkanınınz sunulmayacak olması, Diyarbakır'da yaşayan bir kişi için, ulaşabilirliği düşünüldüğünde olimpiyat oyunlarının Londra'da yapılandan farklı birşey ifade etmeyecek olması. Olimpiyata renk katacak üniversite öğrencilerinin her fikir beyanında gazla, tomayla, copla uğraşmakta olması.

* Bir ihale ile yayın haklarının Lig TV, D-Smart gibi ücretli bir yayın aracısına verilmeyeceğinin garanti olmaması.

* Bu zamana kadar savaşta yer aldığı için olimpiyata katılamamış, aynı şekilde SSCB'yi boykot etmiş bir ülkenin yöneticilerinin şu anda Suriye için savaş konusunda bu kadar istekli olması. 

* Katılacak sporcuların, doping, ırkçılık gibi kirletici faaliyetlerinin yanısıra kontrol edilemeyecek bir siyasi lobi çerçevesinde desteklenme ihtimali ve bunun  getireceği ayrıştırmalar, haksızlıklar.

* Daha sayarım saymasına da, geri kalanı özetleyecek şekilde, konuyu bütünlüklü bir ülke başarısından çok bireylerin başarısı ve bunu çekemeyenler gibi ayrıştıran, aşağıdaki zihniyetin bu işi ele alıp yürütecek olması. Verilen emeğin de 16 saatlik uçak yolculuğundan ibaret olduğunun özetlenmesi.



Bu ülke aylardır enteresan süreçlerden geçiyor. Çocukluğumuzdan beri heyecan içinde takip ettiğimiz bu organizasyonu kendi ülkemizde görmek eskiden olsa bizi uykusuz bırakacak kadar sevindirirdi. Ancak uykumuzu kaçıracak bir hale geldi. Utana utana istemediğim anlar oldu açıkçası. Umarım farklı bakış açılarıyla, yepyeni, modern, yaratıcı, umut verici, bütünleştirici bir yaklaşımla gelecek senelerde yine aday olur, bu sefer aklımıza karanlık olimpiyat sembollerini getirmeden, heyecanla bekleyebiliriz sonucu. 

Bu sene olmadı Türkiye. Nedenini biliyorsun. 



Olimpiyat tarihçemizle ilgili kullandığum kaynak : http://tr.wikipedia.org/wiki/Olimpiyat_Oyunlar%C4%B1%27nda_T%C3%BCrkiye

Sunday, September 1, 2013

Çapulcu Pazarı'ndan bir anı

Bugün Çapulcu Pazarımızda yaşadığım küçük bir diyaloğu paylaşmak istedim.

Malumunuz haftalardır düzenli olarak Yoğurtçu Parkı'ndaki pazarımızda kitap paylaşıyor, paylaşmak amacıyla getirilen tüm kitapların sağlıklı biçimde dağıtılmasına gayret ediyoruz. Amacımız ilgilenen herkese birşeyler sunabilmek, herkesin kitaplara olan erişimini kolaylaştırmak, okuyan insan sayısını arttırmaya yönelik küçük bir katkıda bulunmak.

Pazar belli bir saatte paylaşıma açılıyor ve o saate kadar da gönüllüler olarak gelen eşyaları tasnif etmek, ilgili standlara dağıtmak ve dizmek için uğraşıyoruz. Biz dizdikçe standımızın önünde insanlar birikiyor ve gelen kitapları incelemeye başlıyor.

16-17 yaşlarında bir genç standımızın önünde bir kitabı merakla incelemeye başladı. Halinden belliydi gidip istediği kitabı para verip alacak maddi imkanının olmadığı. Halinden belliydi derken, hırpani, kirli bir görünümü olduğundan demiyorum tertemiz bir çocuktu, duruşundaki çekingenlikten, gözlerindeki tedirginlikten, gülüşündeki sadelikten... Bir süre sonra standla ve insanlarla ilgilendiğimi görünce kitabı bana gösterip "Güzel bir kitaba benziyor" diye gülümsedi. "Evet güzel kitaptır, pazar açıldığında gelip alabilirsin istediğin gibi" dedim. Kararsızca durdu, yok, başkası okur, dedi.

Aradan biraz zaman geçti, biz pazarımızı paylaşıma açtık. Baktığı kitabı henüz kimse almamıştı. Çocuğu gönüllü arkadaşlarımıza kutu taşımada yardım ederken görünce kitabı alıp peşine düştüm. Çekindi diye düşünmüştüm. Bir kitap da o okusun istemiştim. Üstelik kitabı inceleyip beğenmişti. Çocuğu bulup kitabı vermek istedim. "Yok abla ben almıyım, başkası okusun" dedi yine çekinerek. Israr ettim, "Al oku, bitirince getirirsin başkası okur." dedim, eline tutuşturup gittim.

2 saat sonra standın önüne geldi çocuk, elindeki kitabı bırakırken "Abla ben bırakayım bunu, 37. sayfaya kadar geldim" dedi gülümseyerek. "Dursun sende, tamamını oku" dedim, demez olaydım. "Ben dışarıda kalıyorum ya, koyacak bir yer bulamam" dedi.

Dan! Dan! Dan dan dan dan! Kafama gülleyle vuruyorlar sanki! Yerin dibine mi girsem, ısrar eden dilimi mi kessem, saflığıma mı ağlasam, inatla akıl edememiş olmama mı yansam!

Bir de benim üzüleceğimi mi anladı, kendini ezdirmek mi istemedi, bilmiyorum, "evsizim" demedi, "dışarıda kalıyorum" dedi. Sanki bir tercihmiş gibi.

Dışarıda kalan, evsiz insanların bir kısmı bunu tercih ediyor evet. Okudum ben de sağda solda. Ama bahsettiğimiz en fazla 17 yaşında bir genç. Ne kadar tercih etmiş olabilir, tercih ettiyse de nasıl bir imkansızlık ona bu tercihi yaptırmış olabilir ki?

Büyüklerimiz diyor ya "3 çocuk yapın", yapılmış olanına sahip çıkmazken bunun ardında nasıl bir kötü niyet besliyorlar çok belli. Açıkta kalsın, aç kalsın, yardıma muhtaç kalsın, askerimiz olsun, oy verenimiz olsun, minnet edenimiz olsun...

Çocukluğumdan gelme kötü bir alışkanlığım vardır. İnsanlar için üzülürüm. Yolda gördüğüm ihtiyara, dalga geçilen çocuğa, engelli abilere, kocasına "mecbur" kalan kadınlara... Babam hep "insanlara acımanın ne sana ne de onlara faydası var. Oku, meslek sahibi ol, yardım et, ancak böyle faydan dokunur" derdi. Hepsini yapmaya çalıştım, şimdi de insanlara yardım edebilmek için gönüllüyüm.

Bugün gördüm ki zor durumdaki insanlara üzülmeyi sürdürüyorum. Bir hassasiyet olarak.

Ancak sadece içten bir gülümsemenin, sevgiyle kucaklaşmanın, paylaşmanın, iyi niyet beslemenin, önyargıları bırakmanın, kindar olmamanın, paradan mutluluk ummamanın tadını alamayan insanlara acıyorum sadece.

Fakirinden de, engellisinden de, acı çekenden de  eksikler. Annemin gidişinde beni ayakta tutan tek şey bu dünyada yaşanacak tüm güzel duyguları içinde barındırmış olmasıydı.

Bu eksik insanlar gittiklerinde hayatla ilgili hiçbirşeyleri olmayacak...

Saturday, August 3, 2013

ana yemek

Hayat göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor diyoruz ya, günler geçerken farketmiyoruz da, seneler geçerken bir anda çarpıveriyor nasıl hızlı aktığı yüzümüze.

Benim anlamadığım, o göz açıp kapama süresine nasıl bu kadar çok konuşacak şey sığdırabiliyoruz. Hayatla ilgili anlatabileceğimiz, sorabileceğimiz, merak edeceğimiz ve gözlemleyeceğimiz sınırsız şey varken biz nasıl anlıyoruz yaşadığımızı?

Öyle ahım şahım hayatlara da gerek yok üstelik. Yoldan geçerken bir helikopter su alıyor gölden, kim bilir nerede çıkmış bir yangın için. Yaşlı bir adam dişsiz ağzından küfürler saçıyor kendi kendine yürürken, o tükürükler kime neye sarfediliyor, belli değil.  Aşık oluyor bir adam ve muhtemelen nedenini kendisi de anlayamadan midesindeki kelebekler yüzünden eriyiveriyor kilolarca. Bir kadın anlatıyor neyin medetini umduğu bilinmez, karşısında duran adama. Kaçtıklarının bir hafta öncesinde tanışmış eski kocasıyla, tek bildiği adı-soyadı, başka da birşey yok. Bir kadın sol memesini tutuyor ayna karşısında, sol kolu muhtemelen kendisini terkedecek saçlarında gezinirken. Ağaçların altında kadınlarla tanışıyorsun, kimi zerafet timsali, biri kıpkırmızı saçları ve tatlı kızgın gözleri ile dururken, öteki dövme yaptıracak az yer kalmış ince vücuduyla sana gülümsüyor. Apartman sakinleri nefret etmeye karar veriyor senden mesela, sen ise seramikleri döşeyen usta ile çocuksu bir suçlulukla gülümsüyorsun yerlere bakıp. Bir kadın heyecanla, gülümseyerek mesaj atıyor çok sevdiği arkadaşına, karnını tutarak minik mercimeğin haberini veriyor. Arkadaşı mesaj sesini duyduğunda telefona uzanırken bilmiyor hayatında aldığı en güzel haberlerden birini okuyacak. Bir kadın ve bir adam, itiraf edemedikleri o sevişme arzusu ile iniyorlar 19 katı asansörle, biri sağa biri sola yürüyor bir daha karşılaşmamak üzere. Bir çocuk hayatında ilk defa melankoli ile tanışıyor sebebini bilmeden ağlayarak. Köpekler yol kenarında uyuklarken, çöpten plastik şişe toplayan 20 yaşındaki çocuk ürkekçe geçiyor yanlarından, geçen seferki gibi köpekleri sinirlendirmemeyi umarak. 

Bir kitapta okuyorsun "Bir yemeğe ne kadar çok para verirsen, beraberinde o kadar fazla ter ve tükürük yemek zorunda kalırsın." Hayat da onun gibi birşey zannedersem.






Thursday, June 13, 2013

Gezi'de anneler...

Anneler gitmiş Gezi'ye annem.

Varol demiş ki bak :

"benim annem de parktadir simdi bir agacin yapraginda"

Ne diyim, sanırım sen de öyle...

Ruhsal referandum

Günlerdir aşırı değişken ruh halleri yaşıyorum. Bir an çok gergin sonra umut dolu. Bugün bunu en üst düzeyde yaşadığım gün oldu şimdiye kadar. Parka giderken derinden gelen bastırmaya çalıştığım sinsi bir korku vardı. Parka girdiğimde "24 saat" açıklamasının verdiği belirsizliğin yarattığı gerginlik insanların sakin yüzlerine yansımış gibiydi. Cüppeleriyle avukatlar girdi, alkış kıyamet koparttık, gurur duydum. Tanıdık yüzler gördük konuştuk, rahatladım.

Sonra erzak taşıma zincirine girdik umut ve mutluluk doldum. Sonra baktık ses seda hala yok yine gerildim. İnternet yok bilgi akmıyor, öylece bekliyoruz. Yemek yerken artan insan sayısı içimi iyice karıştırdı. Tekrar parka döndük, gergin bekleyiş devam etti.

Sonra Ethem'in beyin ölümünün gerçekleştiğini duydum, hücrelerime kadar canım yandı. Sonra tanımadığımız ama hemen muhabbete daldığımız diğer insanlarla konuştuk uzun uzun. Zincirde saatlerdir süren erzak taşımada yorulan insanlar vardı, görevi devraldık. Çöp arabası geldi, işçilerle birlikte çöp zinciri yaptık, alkışlarla uğurladık. Yine mutluluk, gerçekten işe yaramanın verdiği iç huzuru...

Referandum dediler, kafam karıştı sinirlendim. Ethem geldi gözümün önüne. Park değil ki tüm konu! Bir yanda hırsından gözü dönmüş birinin ucuz taktikleri diğer yanda Ethem. Ne soracaklardı referandumda?

Kışla+AVM?
Kışla+Park?
Kışla+Rezidans?

Ethem nerede? Ahmet nerede? Çocukların gözleri nerede? Susturulmuş gazeteciler, kandırılmış ve hala kandırılmaya çalışan halk nerede bu referandumda?

Referandum dediğin tekten seçmeli çoklu sınav.

Eve geldik. Necati Şaşmaz denen bir düdük tv'de. Küfür edesim yoktu banyoya kaçtım. Ama alışmışım twitter'ı kontrol etmeden duramıyorum. Orantısız zeka akıyor Necati Şaşmaz'a. Gülmeden edemiyorsun ki!

Geldim oturdum koltuğa. Ethem'in görüntüsü geçiyor. Utandım. Güldüğüm, gülebildiğim her dakikadan. İçim yandı.

Sonra Edip Akbayram'ın şarkısını söyleyen Down sendromlu kardemişiz çıktı. "Bu ülkeyi teslim etmeyeceğiz" dedi.

Hayat ne kadar ucuz, insanoğlu bazen ne kadar kolpa!

Referandum diyorlar, bilmiyorum.

Ama ben bir daha asla 15 gün önceki ben olmayacağım onu biliyorum.

Friday, June 7, 2013

Gezi Park'ı için spoiler

Bundan 2-3 ay önce Cenk ile arabada gidiyoruz. Ben arabayı kullanıyorum, Cenk ise radyo kanalları arasında geziyor. Cat Stevens'ın meşhur Lady D'arbanville şarkısına denk gelince durup"Severim bu şarkıyı" diyor. Ben de "Cat Stevens'dan nefret ederim" dedim. Nedenini sorduğunda bir çırpıda anlatıveriyorum. "Cat Stevens bir gün eve çok sarhoş şekilde geliyor. Geldiğinde karısı yatakta yatıyor. Karısı ile birlikte oluyor. Ayıldığında da karısının ölü olduğunu farkediyor. Meğer karısı Cat Stevens eve geldiğinde ölüymüş! Şarkıyı da bunun üzerine yazmış. Sonra da alkolün yasak olduğu din olan İslam dinini keşfetmiş ve müslüman olmuş."

Cenk hikayenin dehşetine kapılmış halde şarkıyı dinlemeye başlıyor. Sözlerine dikkat edince dehşetimiz katlanıyor. Resmen ölü bir kadından bahsediyor gibi. Şarkı bitiyor ve Cenk bana dönüp bu hikayeyi nereden bildiğimi soruyor. "Hatırlamıyorum ama lisede biri anlatmıştı."

"Emin misin peki doğru olduğuna?" diyor. O anda direksiyonu boğacakmış gibi sıktığımı ve boş gözlerle karşıya baktığımı hatırlıyorum. "Yani..." diye birşey çıkıyor ağzımdan. Göstermek istemesem de dehşete kapılıyorum. Biri bana dehşet verici bir hikaye anlatıyor. Hikayedeki dram, çıkartılan o acımasız ders falan beni o kadar etkilemiş, gizliden gizliye tatmin etmiş ki, gerek duymamışım doğrulamaya. Emin olmuşum senelerce haklılığıma (ne konudaysa) ve kendi kendime nefret etmişim adamdan.

Cenk Wikipedia'yı açıyor. Cat Stevens'ın hayatını okuyor. Okudukça daha çok utanıyorum. Adam hala hayatta olan modellik yapan eski sevgilisi için yazmış şarkıyı. Kızla ayrıldıktan çok sonra. Kız şarkı hakkında kısa bir demeç bile vermiş. Yanlış hatırlamıyorsam İslam dinine geçişi çok sonradan olmuş. Üstelik bu kadar ucuz ve korkunç bir dersten sonra değil, insan gibi araştırarak deneyerek tercih etmiş İslam dinini.

Hiç merak etmemişim. Hiç sorgulamamışım. Öylece kabul etmişim bana anlatılanı. Utanıyorum ki hem de nasıl!


İşte canlar, Gezi Parkı'ndaki direnişte Türk, Kürt, Ce Ha Pe'li, baş örtülü, lezbiyen, gay, delikanlı diye bir taraf yok.

Tüm bu direnişte 3 tane taraf var: Sorgulayıp anlamaya-anlatmaya çalışanlar, düşünmeyi anlamayı reddedip nefret saçanlar ve de hikayeyi istedikleri gibi anlatanlar.


Siz hangi tarafta olmak istiyorsunuz?

Saturday, May 18, 2013

Özledim

Uzun zamandır kendimle mücadele ediyordum aslında. Kendime kızıyordum da diyebilirim. Seni özleyişimden çok kaybedişime üzüldüğümü, bunun bir bencillik olduğunu, kendi kendime Türk usulü mağdurculuk yaptığımı düşünüyor, bu yüzden düşünmemeye, göstermemeye, konuşmamaya çalışıyordum. Tüm bu duygu karmaşasında bir çeşit kendimden soğuma yaşadığımı söyleyebilirim. Seni düşünmediğim bir günü bırak, saat olmadı bir buçuk senede. Her akşam eğer eve tek başıma dönüyorsam, bizim yokuşu tırmanırken aynı şarkıyı açıp günlük anne seansımı gerçekleştiriyordum. Bu kadar çok düşünmeme rağmen sanki içimdeki his özlemden, acıdan ziyade kendine acımaydı. Kimseler görmesin istiyordum bu hallerimi. O yüzden hiçbirşey hissetmiyor gibi davranmak en güzeliydi. Başkaları bile seninle konuştukları rüyalarını anlatabilirken bana, ben seni aylardır rüyamda görmüyordum. En çok da buna içerliyordum sanırım. Anneler gününde yanına gelmemeyi bile düşündüm. Zaman geçsin diye gün ortasında yattım uyudum. Sonra yine kendime kızıp gün bitmeden yanına koşturdum. Ne aldığımız yeni evden bahsettim ne de başka birşeyden. Yalnızca beni sevdiğini bana hatırlatman için, seni ne kadar özlediğimi anlamam için, bana kızgın olmadığını hissettirmen için rüyalarıma gel diye dua ettim.

Neyse ki sen kimseyi üzmek istemezsin. Dün gece seni rüyamda gördüm. Öylesine görmek de değil üstelik! Baya baya vakit geçirdik birlikte. Tatil yeri gibi biryerlerdeydik. İş yerinden, ordan burdan birsürü insanla karşılaştım. Saçlarımdan bahsediyordum sana. Ne kadar bakımsız kaldıklarından, şu anki halinden memnun olmayışımdan, kuaföre gitmek istemediğim için sürekli kendim boyadığımdan ama giderek daha sıkıcı bir hal aldıklarından. Sakin sakin beni dinleyip kuaföre gitmeyi önerdin bana. Tatil yerinde nereden bulacaktık ki adam gibi kuaför? Bakarız, dedin ve aramaya başladık. Birine girdik, öbürüne girdik, içime sinmedi. Sabırla birsürü kuaför gezdin benimle. Saçlarımı sarı yapmamı istememiştin hiç hayattayken. Çekinerek "Cenk sarı saç istiyor ama bilemedim" dedim sana. "Cenk istiyorsa, sen de istiyorsan yaptır kızım, önemli olan onun beğenmesi" dedin, sonra da düşünüp çocukluğumda senin saçına röfle yapan Güven Amca'ya götürmeye karar verdin beni. Güven Amca hayatta mıdır ki hala? Kuaförden içeri girdiğimizde uyanıverdim. 

Bilmiyorum saçlarım nasıl olacaktı ama rüya boyunca hiç şaşkınlığını hissetmemiştim yanımda oluşunun. Sanki 3-4 yıl öncesi gibi, anne-kız geziyorduk işte. Uyandığımda da şaşırmadım başta. Sanki seni arayıp rüyamı anlatabilecekmişim gibi normaldi herşey. Sonra gülümsedim durumu kavrayınca. Gülümsedim çünkü bu kadar doğal ve normal oluşu bir hediyeydi benim için. Muazzam bir lüks, anlatılamaz bir konfor. 

Bu akşam eve tek başıma dönerken ve yine aynı şarkıyı dinlerken rüyamı düşündüm. Beni her zaman nasıl bir sakinlikle sevdiğini hatırlattın. Saçlarımı sarıya boyatmama laf etmeyecek kadar kızgın olmayışını ve en önemlisi de seni ve seninle zaman geçirmeyi nasıl özlediğimi...

Seninle kuaföre gittiğimizde nasıl tatlı tatlı yanımda durduğunu özledim. Saçlarım kötü olduğunda pat diye söyleyişini, üzüldüğümü görünce de avutup düzeltme talimatları verişini. Alışveriş yapmayı özledim. Mağazaya girip beğendiğimiz şeyin oradaki en pahalı şey olduğunu öğrenmemizi. Alamayacağımızı bile bile bana denetmeni, yakışırsa da "yakıştığını bilmek sahip olmaktan bile güzeldir" deyişini. Birşeyi alamasan bile almayı ne kadar istediğini gösterebilmeni. Sıklıkla didişmemizi. Abuk subuk televizyon programları izliyorsun diye sana kızışlarımı ve senin bunu sallamayışlarını. (Evden çalıştığım günler bazen Müge Anlı'yı izliyorum senin için ve haklıymışsın kabul ediyorum!) :) Beni dikkatle dinlemeni ve bazen kasten dinlemeyişlerini, bunu da eğlenerek gözüme sokmanı! Kilo aldığımda motivasyon olsun diye beni en sevimsiz büyükbaşlara benzetmeni. Her ayın malum günlerinde karnımın ağrıyışında sıcak su torbasını aklıma getirişini, yanındaysam yapacak halim olsa bile bana hiç bir iş yaptırmayışını. Telefonda sanki soğanların ne zaman öldüğünü anlıyormuşumcasına verdiğin yemek tariflerini. İş yerinde problem olduğunda "cehennem olsunlar" deyişini ama çalışkanlığımdan ödün vermemem için yorumlarınla durumu garantiye almanı. Sesini de çok özlemişim, her ne kadar seni düşündüğümde kulaklarımda hemen çınlasa da, gerçekten duymayı özlemişim. Hava karanlıkken araba kullanmamdan korkuşunu ve eve gidince aramayı unuttuğumda telefon açıp "alo" yerine "aferin" deyişini. Beyhan annemi o gün aramadıysam bir güzel fırçalayışını. 

Ev için sıklıkla Beyhan annemle vakit geçiriyoruz. Seninle olduğu gibi didişmesek de, tatlı tatlı idare ediyoruz birbirimizi. Hevesleniyoruz, heyecanlanıyoruz, telaşlanıyoruz, ne kadar güzel olacağını düşünüp mutlu oluyoruz. Pek seslendirmiyoruz ama biliyorum ki ikimiz de aynı şeyi düşünüyoruz. 

Keşke sen de bizimle olsaydın, koşturmalar arasında mola verdiğimizde bir orta kahve de sana söyleyebilseydik...

Seni neden, ne kadar ve nasıl özlediğimi bana hatırlattığın için çok teşekkür ederim. Çok mutluyum bugün. Seni çok seviyorum.

Monday, May 13, 2013

Bu da gelir...

İnsanın bir toprağa aidiyetinin en güzel işareti nerede olursa olsun o toprağın türküsünü dinlediğinde kanının kaynaması, belki tüylerinin diken diken olması, hüzünlenmesi, belki de içinin inceden bir neşe ile sarılmasıdır bence. Nerede olursa olsun, hangi müzik türünü daha çok severse sevsin, memleketinin sazının tınısını duyduğunda evinde hissetmesidir. 

Türküler bağlar bizi birbirimize. Konuştuğumuz en ortak dildir belki.  Bağdaş kurup dirsek dirseğe oturtan, düşünmeksizin aynı salınımla ritim tutturan, farkında olmadan gözlerimizi kapattıran, hepimizi başka dünyalara savururken burnumuza vatanın bildiğimiz,bilmediğimiz topraklarının kokusunu getiren...

Reyhanlı'da bomba patlatanlar Türk vatandaşı diyorlar. Para karşılığında yapmışlar diyorlar. Resmi olarak 45-50, resmi olmayarak neredeyse 200 Türk'ü öldürdüler diyorlar. Kardeş kardeşin kanını akıtmış diyorlar. 

Biz ne zaman Esad'ı, Amerika'yı, El-Nusra'yı konuşur olduk? Bombayı patlatanların Türk vatandaşı olduklarını tespit ettik, dağa ovaya bunu utanmadan duyurduk da bizi bu hale ne getirdi bir türlü bilemedik. Bildik de söyleyemedik.

Biz ne zaman türkülerimizi unuttuk da bizi tüm bağlarımızdan kopartanların şakşakçısı olduk? Para ile haber yaptık, para ile sustuk? Büyük derbi öncesi "hükümet istifa" diye bağırırken, ilk faulde herşeyi unutup bildik küfürleri savurmaya devam edecek noktaya ne zaman geldik? Başka işlere konsantre olabilmeyi nasıl başardık? Hadi politikacılar politikacı. Hepimiz biliriz "politikacı"nın tam olarak ne demek olduğunu. Biraz gözlem kabiliyetimiz varsa son 10 senede Gollum'la "bakan" arasında pek fark olmadığını anlamışızdır. 

Peki biz niye kaybettik kendi sesimizi, hissimizi, hassasiyetimizi? "Reyhanlı'daki tatsızlık", ölenlere "maliyet" diyebilenlerin yüzüne tükürmeden, boğmadan nasıl durabildik 1 sn daha fazla yerimizde?

Hergün arkamdaki arabadan 2 km/h daha yavaş gidiyorum diye ağzından tükürükler saçan bir adam tarafından öldürüleceğim korkusu yaşıyorum. Hergün haberleri açacağım ve bir felaket duyacağım biliyorum. Hergün bir yakınımın kanser olduğunu duyacağım diye endişeleniyorum. 

Şimdi bir de savaş, bomba, patlama, enkaz, yaralı...

Ne diyim ki? Dediklerimin hiçbiri hissettiklerimin onda birini ifade edemezken, silemedim de yazdıklarımı, daha iyisini yazmaya gücümün yetmeyeceğini bildiğimden. 

Bilemiyorum. Başımıza gelecek olan geldi, geçecek mi, geçecekse nasıl geçecek, geçerken neleri alıp götürecek, bizi ne kadar daha eksiltecek... Eksilecek kadar yerimiz kaldı mı ki insanlığımızda? 

Bilemiyorum.



Wednesday, April 10, 2013

Güven bana

Huzur dediğin şeyin en çok güvenle alakası olduğuna kanaat getirdim bugün. Dertleşirken arkadaşına güvenirsin, açken babana, üşürken annene, uyurken kardeşine... O yüzden problemli çocukluklar hariç, insan hep kendi çocukluğunu özler dönüp baktığında. Güvenden oluşmuş bir huzur yumağıdır çocukluk. Fakir de olsan, çiftlikte de yaşasan, villada da, güvendiğin bir ailen vardır. Kardeşinle kavga da etsen, bilirsin daha iri bir çocuk geldiğinde seni koruyamasa da elini tutacak, yaralı dizine minik parmaklarıyla dokunacaktır. 

Hayatımda çok kez hayal kırıklığına uğradım. Başarılı olamadığımda kendime kızdım, benimle oynamadığında abime, sınavım kötü geçtiğinde sisteme, kadınına destek olamadığında ülkeme...

"Canım yandı" kelimesini çok kullanan biri değilimdir. Hiç canı yanmayan biri de değilim elbet. 

Şunu söyleyebilirim ki güvensizlik beni en çok huzursuz eden şeylerden biri.

Neyse ki zamanında kardeşim gibi sevdiğim bir arkadaşımın o çok güvendiğim karakteri üzerime vıcık vıcık bir hamur gibi yapıştığında temizlememe yardım eden pek çok arkadaşım oldu.

Şimdi de hayatımdaki önemli yollardan birini çizerken karşıma çıkan çamur deryasında hiç sakınmadan üstümü silkeleyip devam etmemi sağlayan bir ailem var. 

Tek istenen güvendir huzurlu bir yolda. Dilerim, herkesin arkasında içini ısıtacak, varlığını hissettirip adımlarını sağlamlaştıracak bir sevdiği ya da kendi ile başa çıkabilecek güçlü bir benliği olur.

Aksi takdirde çıldırmamak işten değil. 


"Biz büyüdük ve kirlendi dünya"ya bağlamadan gidiyorum :)

Monday, April 1, 2013

1 Nisan




Çocukken bir seferinde evden kaçıyormuşum havası verdiğim acıklı bir mektup yazmıştım annemle babama. Hesapta çok üzülecek, kıymetimi anlayacaklardı. Benim kaybolmadığımı anladıklarında ise o kıymetini anladıkları yavrularını kaybetmedikleri için çok sevinecek, beni hep mutlu edeceklerdi. 

Ben öyle varsaymıştım ama ne babam ne annem, mektubu bulduklarını bile belli etmediler. Yatağın altında yaklaşık bir saat boyunca aptal aptal yatıp toz yuttum. En sonunda sıkıntıdan patlayıp yatağın altından çıktım. O kadar uğraşmışken içeri gidip kös kös oturmayı hiç canım istemiyordu. Mektubu yazarken göz yaşlarına boğulduğumu anlasınlar diye parmağımı bardaktaki suya batırıp batırıp kağıdın üstüne damlatmıştım. İlk seferinde dandik tükenmez kalemin mürekkebi su ile dağılmadığı için başka bir kalem bulup tüm mektubu baştan yazdığımı düşünecek olursak, bizimkilerin yanına gidip hiçbirşey olmamış gibi davranmak gururuma dokunurdu. 

Odamın kapısına yaslanıp içeriden gelecek olası hayıflanmalarını dinlemeye karar verdim.

Sonra ne mi oldu? 

Babam anneme beni sordu, annem de mektup bırakarak evden kaçtığımı söyledi. "Hay Allah! Neyse napalım, bundan sonra hep oğlanlara oyuncak alırız" dedi. Sonra sustular. Annem mutfağa gitti, babam televizyonu açtı. 

Tırım tırım yanlarına gidip neden hiç üzülmediklerini falan sorduğumu hatırlıyorum. Sanırım onları bırakıp gidecek kadar sevmiyorsam, onların da buna üzülmemelerinin normal olduğu gibi birşeylerden bahsettiler. Neyse ki uzun tartışmamızın sonunda beni ne kadar sevdiklerini iyice anlattılar da konuyu tatlıya bağladık.

Öğrendim, aldığım her karardan kendimin sorumlu olduğunu. 

Ama 1 Nisan'lardan da hep nefret ettim :)

Tuesday, March 19, 2013

Mevsim geçişi

Herkesin çok akıllı olduğu, kalanların aptal varsayıldığı yepyeni bir vahşi dünya yarattı insanoğlu.
Kimileri her canlıya bir av gözüyle bakıp yok etmeye çekinmezken, kimileri sincaplar gibi fazla göze batmadan bulduğu cevizleri kemirerek hayatta kalmaya çalışıyor. Hepsinin üzerinde bir güç var elbet her zaman. Engel olunamaz fırtınalar, depremler sağlayacak adaletini bu dünyanın. Güçlüler - güçsüzler, avlar - avcılar, büyükler - küçükler, farketmeksizin aynı suda savrulacaklar. Fırtına dindiğinde geriye günlük savaşlardan arda hiçbirşey kalmayacak. Tahtında oturan modern zaman tanrıları az şekerli kahvelerinden bir yudum alıp tadına varacaklar keyiflerinin. Geriye uçuşan bir sayfa bile kalmayan dünyaya yeni bir yüz vermek için işe koyulacaklar...

Wednesday, January 30, 2013

Bu aralar...


Kullandığım iPhone uygulamaları :


- GoodReads : Okuduğum kitaplar için
- Get Glue : İzlediğim yabancı diziler ve filmler için
- Shazam : Radyoda duyduğum güzel şarkılar için
- Instagram : Kedimin ve kedilerin fotoğrafları için
- Havaalanı : Kahve içerken uçağı kaçırmamak için
- Facebook : Haberleşmek ve zamanı bile bile öldürmek için
- Beautylish : Yeni makyaj ve cilt bakımı ürünleri için
- WhatsApp : Dedikodu için
- Kelime Avı : Uyku tutmadığı için


Takip ettiğim diziler :


- Breaking Bad : "Hey Mista Voayt!" diyen dünya tatlısı Jessy için
- Homeland : Ajanlar, başkan yardımcıları, terörizm, vs... Aksiyon için
- Pretty Little Liars : Aşırı boş Amerikan ergenleri için
- The Lying Game : Nispeten daha az boş Amerikan ergenleri için
- Girls : Cimcik memeli Hannah, çılgın bakire Shoshanna ve ekol güzellikteki Jessa için
- İşler Güçler : Bikaç haftadır takip edemesem de çok güldüğüm için
- Kuzey Güney : Kıvanç diyeyim siz gerisini getirin



Dinlediğim müzikler : 


- Rihanna : Diamonds
- Carly Rae Jepsen : Call Me Maybe
- Carly Rae Jepsen : Good Time
- Asaf Avidan & The Mojos : One Day / Reckoning Song
- Bruno Mars : Locked Out of Heaven
- Fun. : We Are Young
- Lenka : Everything At Once
- Lykke Li : I Follow Rivers
- Maroon 5 : Moves Like Jagger 
- Nirvana : Come As You Are
- Travis : Flowers In the Window
- Volkan Konak : Gurbet (Orhan Gencebay)



Takip ettiğim bloglar / YouTube kanalları : 


- Gündelik Lakırdılar : Son derece net, anlaşılır, faydalı film ve kitap değerlendirmeleri için
- Vintage Biscuit : Yılların bağımlılığı, enteresan kolajlar, ruh değişimleri için
- 10 Dakika Gecikiyorum : Cilt bakımı, makyaj, kızsal bilumum şey için
- Pinky Petite* : Badim'in dünyaya benzersiz bakışı için
- Geowyns : Rakip takımları tutsak da futbol aşkı ve hayatı yorumlayış şekli için
- Jenna Marbles - YouTube : Seçtiği konuları oldukça komik bir içerikle değerlendirdiği için
- Lisa Eldridge - YouTube : Muhteşem makyaj yeteneği ve o İngiliz aksanı için
- The Mr.Kate - YouTube : Eğlenceli "Do It Yourself" fikirleri için
- famousniki - Instagram : İnsan gibi oturan tombul bir kedi olduğu için



Sunday, January 6, 2013

Kediler ve kişisel bakımın sırları

Kedi ile yaşayanların bir süre sonra gayet net olarak aldıkları bazı mesajlar var. Biz de ismi konulamamış şuursuz panterimizle 5 yılı doldurmak üzereyiz ve her ne kadar her gün yeni bir huyunu keşfetsek de artık onu oldukça iyi tanır olduk ve henüz konuşamasa da (bi gün onu da yapacak biliyorum) taleplerini anlar olduk.

Kediler insan için garip yaratıklar. Kedisever birçok insandan duyduğunuzu tahmin ettiğim klasikleri teğet geçerek bu yazımda size kediler ve kişisel bakım ilişkisinden bahsetmeye çalışacağım. 

Kedilerin titiz hayvanlar oldukları malum. Kendi bakımlarına özen gösterdikleri gibi, yaşadıkları çevrenin de temiz ve düzenli olmasına dikkat ediyorlar. Her sabah ve akşam bitmek bilmeyen duş almaları, yemek kabına mama koyarken etrafa döktüğünüzde yemeye önce etrafa düşen tanelerden başlamaları, uzayan tırnaklarını biryerlere sürterek (koltuk kenarları en sevdikleri) törpülemeleri standart örneklerden. Ne var ki kedilerin günlük hareketlerine biraz dikkat ederseniz kendi kişisel bakımınızla ilgili de önemli ipuçları elde edebiliyorsunuz. 

Kısa kısa örneklendirmeye çalışacağım. 

1 ) Kedinizin ortalığa sonra tekrar giymek üzere bıraktığınız kazak ya da t-shirtünüzün üzerine boylu boyunca yattığını düşünün. Şayet kıyafetinizin koltuk altına denk gelen kısmına kafasını sürtüp arada bir yalamaya yelteniyorsa, siz o kıyafeti tekrar giymeyin. Kediniz o kıyafetin üzerinden kalktığında alıp kirli çamaşır sepetine atın ve ilk fırsatta yıkayın. Zira siz kendi kokunuza alışık olsanız da başkaları olmayabilir. 



2 ) Ayaklarınızı koltuğa uzatıp televizyon keyfi yapıyorsunuz. Kediniz de herzamanki gibi koltuk tepelerinde anlamsız anlamsız geziniyor. Bir anda ensenizde garip bir hareket hissediyorsunuz. Kediniz patileriyle saçlarınızı çekip çekip ısırıyor. Bu kedinizin size şefkat göstererek saçlarınızı sevdiğinizi düşündürmesin. Muhtemelen uzunca süredir saçlarınızı taramamışsınızdır ve dolaşan saçlarınız kedide oyun oynayabileceği bir yumak intibası bırakmıştır. Yavaşça oturduğunuz yerden kalkın, elinize bir saç fırçası alın ve dolaşmış saçlarınızı tarayın. 



3 ) Kedinizi severken alıştığınız gibi bir süre sonra elinizi ısırmaya kalkmak yerine parmaklarınızı yalamaya başlıyorsa bu da bir ellerine sağlık mesajı değildir. Tam tersine az önce yediğiniz bir paket cipsten nasiplenmeye çalışıyordur. O yağlı ellerle oturmaya devam etmenizi şu anda tartışamayacağım ama kediniz elinizi tamamen temizledikten sonra yalamayı bırakıp paylaşmadığınız cips için bir intikam ısırığı peşine düşecektir. Siz en iyisi kalkın ve ellerinizi güzelce yıkayın. 



4 ) Ortada bıraktığınız bir çorap varsa ve kediniz onu top haline getirdiyse... Yok yok bu sefer kokudan bahsetmeyeceğim. O çorap muhtelemen ya topuğu erimiş ve delinmek üzere olan bir çoraptır, ya lastik kısmı artık lime lime olmuştur ya da baş parmak kısmı çoktan havadar bir yapıya bürünmüştür. Nasıl tespit ettiklerini bilmiyorum gerçekten ama o çorap atmaya kıyamadığınız ama artık atılması gereken bir çoraptır. Kedinin eline geçtiyse sağlam olsa bile artık delik bir yeri muhakkak vardır zaten. 



5 ) Kediler günde birkaç kez hapşururlar, belirli aralıklarla da yuttukları tüyleri çıkartmak için kusmaya çalışırlar. Bunu yaptıkları zaman insan gibi öksürdüklerine de şahit olabilirsiniz. Hapşurukların ve kusmasız öksürüklerin sayısı çok artarsa hemen panik yapmayın ama yavaştan utanmaya başlasanız iyi olur. Hızlıca temizlik eldivenlerinizi giyin, ortalıktaki tozları güzelce alın, elektrikli süpürgeyle evinizi köşe bucak süpürün. Üstüne bir keyif kahvesi için, kedinize de özür mahiyetinde bir ıslak mama yedirin. Ne o canım? Kedi hayvan diye pis ortamda kolay mı yaşar sandınız? 



6 ) Kedilerin doğru mu bilmiyorum ama anne memesi emme içgüdüleri ile ilişkilendirdiğim bir huyları vardır. Gördükleri yumuşak, pofuduk yüzeyleri masaj yapar gibi mıncıkladıklarına sıklıkla şahit olabilirsiniz. Şahit olmadıysanız youtube'da komik kedi videolarını aratın muhakkak bulursunuz. İşte bu hareketi siz televizyon karşısında uzanırken göbeğinizin üstüne çıkıp size yapıyorsa, hayatınıza tartı denen aygıtı sokmayı ciddiyetle düşünmelisiniz. Ayva göbek ayvalıktan çıkmış karpuzluğa doğru yelken açmıştır benden söylemesi. 5 yıllık süreçte 12 kilo aldığımı düşünecek olursak son zamanlarda bu davranışı bol bol gözlemleme fırsatım oldu. Ben de tartımıza pil alarak işe başladım. 




Bu çerçevede bakıldığında kedilerin tepkilerinden yola çıkarak hayatınızın pekçok alanını şekillendirebileceğinizi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Verebileceğim daha nice örnekler var ama her kedinin de kendine has huyları olduğundan, bizim kedimizin de başlı başına huylu bir yaratık olmasından ötürü örnekleri genelleştirerek seçmeye çalıştım. 

Bir kediyle yeni bir hayata başlıyorsanız, ona kulak vererek nicelerini siz de keşfedebilirsiniz. Kedilerle ilgili en güzel şey de bu bitmek bilmeyen keşifler zaten. 



2013'te hepinize bol kedili günler dilerim.