Hayat göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor diyoruz ya, günler geçerken farketmiyoruz da, seneler geçerken bir anda çarpıveriyor nasıl hızlı aktığı yüzümüze.
Benim anlamadığım, o göz açıp kapama süresine nasıl bu kadar çok konuşacak şey sığdırabiliyoruz. Hayatla ilgili anlatabileceğimiz, sorabileceğimiz, merak edeceğimiz ve gözlemleyeceğimiz sınırsız şey varken biz nasıl anlıyoruz yaşadığımızı?
Öyle ahım şahım hayatlara da gerek yok üstelik. Yoldan geçerken bir helikopter su alıyor gölden, kim bilir nerede çıkmış bir yangın için. Yaşlı bir adam dişsiz ağzından küfürler saçıyor kendi kendine yürürken, o tükürükler kime neye sarfediliyor, belli değil. Aşık oluyor bir adam ve muhtemelen nedenini kendisi de anlayamadan midesindeki kelebekler yüzünden eriyiveriyor kilolarca. Bir kadın anlatıyor neyin medetini umduğu bilinmez, karşısında duran adama. Kaçtıklarının bir hafta öncesinde tanışmış eski kocasıyla, tek bildiği adı-soyadı, başka da birşey yok. Bir kadın sol memesini tutuyor ayna karşısında, sol kolu muhtemelen kendisini terkedecek saçlarında gezinirken. Ağaçların altında kadınlarla tanışıyorsun, kimi zerafet timsali, biri kıpkırmızı saçları ve tatlı kızgın gözleri ile dururken, öteki dövme yaptıracak az yer kalmış ince vücuduyla sana gülümsüyor. Apartman sakinleri nefret etmeye karar veriyor senden mesela, sen ise seramikleri döşeyen usta ile çocuksu bir suçlulukla gülümsüyorsun yerlere bakıp. Bir kadın heyecanla, gülümseyerek mesaj atıyor çok sevdiği arkadaşına, karnını tutarak minik mercimeğin haberini veriyor. Arkadaşı mesaj sesini duyduğunda telefona uzanırken bilmiyor hayatında aldığı en güzel haberlerden birini okuyacak. Bir kadın ve bir adam, itiraf edemedikleri o sevişme arzusu ile iniyorlar 19 katı asansörle, biri sağa biri sola yürüyor bir daha karşılaşmamak üzere. Bir çocuk hayatında ilk defa melankoli ile tanışıyor sebebini bilmeden ağlayarak. Köpekler yol kenarında uyuklarken, çöpten plastik şişe toplayan 20 yaşındaki çocuk ürkekçe geçiyor yanlarından, geçen seferki gibi köpekleri sinirlendirmemeyi umarak.
Bir kitapta okuyorsun "Bir yemeğe ne kadar çok para verirsen, beraberinde o kadar fazla ter ve tükürük yemek zorunda kalırsın." Hayat da onun gibi birşey zannedersem.
1 comment:
"ana yemek" başlığına istinaden hayata dair şunları paylaşmak isterim sevgili Tubik; ana yemek dediğimiz şey sanırım insanın içini yavaş yavaş kemiren suçluluk duyguları. Kanırtarak, tuz basarak... Vampir gibi!
Kendimize bile itiraf edemediğimiz şeyleri yaşatmamız kendimize, benliğimize acı çektirip giderek kendimizden uzaklaşmamız ve bir diğer canlıya gidecek yol bırakmamamızdan ibaret. Sonuç olarak kalabalığın içerisinde yalnız kalma noktası kendi uğultunda.
Bunların hepsinin "aman yapma, ayıp, bak yaşın kaç oldu, kimse duymasın, elalem ne der, sessiz ol, gülme..." gibi kültürel tabulardan kaynaklandığını düşünüyorum. Herkesin özel ve farklı bireyler olduğunu bilmeyip, bilene de unutturma çabasından kaynaklanıyor. Bir standartlaştırma söz konusu. İnsan olduğumuzu unutup "ay ne yaptım çok ayıp ettim" deyip kendi içine kapanması kişinin, belki benim hoşuma gidecek o yaptığın hareket!
İçine kapanan kişi bir suçluluk duygusuyla yaşamına devam eder, kendisiyle başlayan bu durum giderek çevresinden de kopmasına sebep olur ve ortada artık bir iletişimsizlik söz konusudur. Daha daha ve daha da ıssızlaşmalar. Tabuların kaosa dönüşümü; mutsuz kişi, mutsuz evlilikler, çocuklar, toplum ve koca bir Yalnızlık. Kendini yeme durumu.
Adı ANA yemek.
ANA!
Çocukları yetiştiren analar, eşlerine sevgi vermesi gereken kadınlar.... Koca bir mutsuzluk. Zaman çabuk geçiyor. Fast food. Afiyet olsun :)
Tarifte eksik olan malzeme ise Sevgi...
Sevgilerimle Tubik :)
Post a Comment