Monday, December 31, 2012

Ruh kusması

Olabildiğince kendime dürüst olmaya çalışacağım bu sefer. 

Gecenin bu saatinde kabus olduğunu bildiğim rüyalardan bile uyanmamaya çalışırken, uyandığımda da rüyamda çalan o abuk şarkının ne olduğunu hatırlamaya zorlarken kendimi, artık gücümün kendime yetmediğinden mi, bıraktığım ilaçlardan mı, içtiğim kahvelerden mi bilmem, her yanımı elektrik çarpıyormuşçasına kasılarak kalkıyorsam yatağımdan, biraz olsun dürüst olup içimi dökmem lazım belki de. 

Buraya yazarken biliyorum yine filtreden geçireceğim herşeyi. Yine bir umut filtrede kalanların farkedilmesi umuduyla. 

Hayatımda geçirdiğim en kötü yıldı. Daha kötüleri de olabilir insan hayatında. Ama şu anda en çok ihtiyacım olan şey, birinin bundan sonra hayatımın ortalama hangi mutluluk/mutsuzluk seviyesinde geçeceğini söylemesi. Beklemekten, bulamamaktan, uğraşmaktan, umut etmekten, iyimser olmaktan, iyimser etmeye çalışmaktan, kimseyi yormamak için uğraşmaktan sıkıldım. 

Bütün bir yılımı, herşeyi unutup, atlatıp, kutlamaya değer birşeyler elde etmek için geçirdim. İş yerinde deli gibi çalıştım, başarılı olmaya uğraştım, abuk subuk insanlara rağmen sonuç almaya gayret ettim, iyi sonuçlar görme ihtimalim giderek arttı, anneme gidip güzel haberler vermeyi hayal ettim, öldüğü gün onu göremeyişimi böyle hafifletmeyi umdum ama ne oldu arka arkaya sanki çok basitmişçesine emeklerimin çöpe gidişinin haberini aldım. Benden başka kimsenin de benim kadar umrunda olmadı. Ofisin kapısından geçesim yok.

Neredeyse 5 yıldır mutlu olmaya uğraşarak yaşadığımız şu küçücük evden çıkıp, hergün aynı yere oturmamdan dolayı kıçımın şeklini almış ya da kıçımın o şekli aldığı koltuktan kurtulup, sokağı olan, çarşısı olan, insanı olan bir ev bulmaya uğraştım, uğraştık. Heveslendik, beğendik, çatısı aktı. Heveslendik, beğendik, içi su aldı. Heveslendik, beğendik, ev sahibi manyak çıktı. Kendimize 3 oda 1 salon "ebebeyn" banyolu bir ev bulamadık. Artık duvarlar üzerime geliyor. Kış vakti balkon kapısını açıyorum sürekli. Allah'ın dağında nasıl bir asosyallik edindiysem, işten çıktığımda tek derdim eve ulaşmak oluyor. Geçen hafta iki kez sosyal ortama girdik diye bedenim tükeniyor. Daha 30 yaşımı doldurmadım! 

Okuduğum kitapların hiçbirini bitiremiyorum. 50. sayfa laneti resmen. Hepsi yarım kaldı. Böyle olunca kendimden iyice nefret ediyorum. Kitap okumadıkça aldığım nefeste, düşündüğüm her sinir hücremde bir engel bir arıza var gibi. Ama bu arızayı hiçbirşekilde gideremiyorum. Yaptığım tek şey eve gelmek, arkada ses olsun diye televizyonu açmak, youtube'dan birşeyler izlemek, sosyal zımbırtılarda gezinmek, varsa boş beleş diziler izlemek ve kendime yeterince vakit ayırdığıma ikna olunca da oturduğum koltuğu sadece bir duvarla ayıran yatağıma yatmak. 

Hergün abimi, babamı arıyorum. Seslerini duymak, nasıl olduklarını anlayıp içimi rahatlatmak için. İçim rahatlıyor mu? Hayır. Bir insan hakkında endişelenmemem için sadece sağlıklı olduğunu bilmek yetmiyor bana. Bir insan hayatla ilgili en ufak bir coşku yaşayacak sebep görmüyorsa, endişelenmek için yeteri kadar sebep vardır. Hayat bu, biz de süper aciz insanlarız. Basit şeyler bulmamız lazım kendimize coşkulanmak için. Ne bileyim izlediğim dizideki karakter komik bişey yapıyorsa bile ve ben bunu birileri ile paylaşma ihtiyacı duyuyorsam o kadar endişelenecek birşey yoktur. En azından bunu görmek istiyorum yakınımdakilerde de. Alakam olmuyor. 

Herkes çok yoğun, herkesin her an başı ağrıyabilir, herkes çok bıkkın, her an birinden kötü bir haber alabilirim, her an moral verilmesi gereken, neşelendirilmesi gereken, yanında güçlü durulması gereken biri olabilir. Herkesle bu endişeyle konuşmaya başladım. Empati kurmaya çalışmaktan ve önlem almaktan içim dışıma çıktı. 

Hiç trafik kazası geçirmedim, hiçbiryerim kanamadı, hastanelik olmadım, serum yemedim, sinir krizi yaşamadım, kimseye bağırmadım, grip bile olmadım! Sadece L şeklinde olmayan koltuğumuzun aynı köşesinde L şeklinde oturmaktan sırtım ağrıdı, boynum eğrildi. Nolur nolmaz belki depresyona falan girerim de insanlara ayıp olur diye kendi kendime psikiyatr buldum da ona gittim. Adama ayıp olur sıkmıyım, aptalca konuşmıyım diye yüzlerce filtreden geçirdim söylediklerimi. Dandirikten bir ilaç verdi, güya terapi yaptı. Bir anda sıkılıp ilacı da bıraktım, adamı da bıraktım. Biraz daha devam etseydim kendimi bilmem ama adamın daha sosyal ve güleryüzlü olmasına ramak kalmıştı! Kafam dağılsın, ortam değişirse iyi gelir dedim, arkadaşlarımla tatil planı yaptım. Biri de gel sana tatil ayarladım, seni götürüyorum demedi. 

Cenk endişelenmesin diye ağlamayı unuttum. Kavga çıkartacak oldum, fazla nezih oldu. En büyük küslüğümüz 10 dakika sürdü. Çocuğa yaptığım en kötü şey, anlamsız zamanlarda anlamsız susuşlarım ve onun 50 kere ne olduğunu sorması, cevabı konusunda en ufak bir fikrinin bile olmaması oldu. Ama koca bir sene boyunca nasıl bir süreçten geçtiğim, kendisine gülümserken o sırada elime geçen ne varsa duvarlarda parçalamak istediğime dair bir fikri var mıydı emin değilim. Tekrar ediyorum benim için endişelenmesin diye ağlamadığım zamanlar var. 

Bunun üstüne yine öylesine bir sağlık kontrolünden geçen en yakınımızın "neyse ki" "tam zamanında" müdahale edilmiş bir sorunu çıktı. "Neyse ki" "tam zamanında" "müdahale edilmiş"ti. Yoksa kime ne konuda yardımım dokunurdu pek de emin değilim. Kutlamak için bu seneye ait tek şeydi belki de. 

"En sevdiğim, en yakınım diyebileceğim az insandan biri" cümlesini kurabileceğim az insandan biri çıktı hayatımdan. O mu çıktı ben mi çıkarttım onu bile bilmiyorum. Hayatta insana herşey olur. Siz birileri için kendinizi paralarsınız. Her anlarında yanlarında olmaya uğraşırsınız. Yüzlerini birkez güldürebilmek için bi taraflarınızı yırtarsınız. O da annenizin cenazesine Petek Dinçöz makyajı ile gelir, yalandan size sarılır ve bir daha hiç görünmez. 2 hafta sonra arar, arkadaşının apandisit ameliyatından bahseder, telefonda donuk olan ses tonunuz için öküz gibi "noldu neyin var?" der. Siz de ağzının üzerine bi tane çarpsanız tatmin olmayacağınızı bildiğinizden susarsınız. Bir daha da yüzünü görmezsiniz. Ta ki rüyanıza girip de size ana avrat dümdüz gitme olanağı verene kadar. Sonra duyarsınız ki "çok basit birşeyden" size kırılmış. "Keşke olmasaymış". Yok yok, iyi ki olmuş. 

Kimseyi yormamak, kimseye kabalık etmemek, hakkımda negatif birşey düşünülmesini engellemek için o kadar çok enerji harcadım ki bu sene. Belki en harcamamam gereken seneydi. Ama harcadım. Marifet değil, hata da değil. Ama zaman zaman kontrolü elden bıraksaydım keşke diyorum. Psikiyatra gitmeye kendi kendime karar vermeseydim, Cenk "istiyorsan git" demeseydi, ben kendimi değil, birileri beni birşeye zorlasaydı keşke biraz. Keşke hergün abimle babam beni arasaydı bazı haftalar. Onlar bana coşkulanacak sebepler bulabilseydi ya da kendi neşelerini benimle paylaşsalardı. Keşke emlakçımız Ahmet çok güzel evler göstermek yerine, oturabileceğimiz bir ev gösterebilseydi. Ya da işyerinden birileri de iyi yaptığımı düşündükleri herhangi birşeyi paylaşsalardı benimle. Ya da kötü giden şeyler için kızsalardı ama yardımcı da olsalardı. Strese girip ruh sağlığımı bozmak için çalıştığım iş yerim, ruh sağlığımı düzeltmem için harcadığım paradan daha fazlasını verebilseydi keşke. Ya da doktorum ruh sağlığımı düzeltmek adına her hafta yeni birşey deneyeceğine maaşımın neredeyse tamamını almasaydı. Annem arada bir rüyalarıma gelseydi, beni ne kadar çok sevdiğini söyleseydi, iyi bir evlat olduğumu anlatsaydı, saçlarımı okşasaydı. 

Ulan bari Fenerbahçe Galatasaray'ı yenseydi, Alex gitmeseydi, ya hiç değilse Samet gitmeseydi! 

Bu sene kutlanacak hiçbirşeyim olmadı bana ait, (babamın sağlık kontrolünde aldığı o sonucu ayrı tutarak söylüyorum). İnsanların üstüme titreyeceği birşeyim de olmadı. Ya da oldu, onlar titrediler de farkettirmediler. Belki gereğinden fazla sakince beklediler. Belki beklemeselerdi, müdahale etselerdi. Ne bileyim, bilmiyorum ki.

Ne kadar büyük şeyler var aslında sevineceğimiz. Bunun farkında değilim zannetmeyin. Etrafımdaki herkes sağlıklı. Kimsenin çok majör bir sıkıntısı yok bildiğim kadarıyla. Başımızı sokacağımız, kış vakti donmadığımız, minik de olsa yuva gibi olan bir evimiz var. Kedimiz var. Herzaman birbirimizi anlamasak da sevgi dolu bir evliliğimiz var. Allah yüzüme baktı da bol bol gezdim bu sene. Tam 5 ülke gördüm. Rüya gibi tatiller yaptım. Her türlü sıkıntısına rağmen, yılbaşı partisinde çaycısıyla eğlenebildiğim, sarhoş sarhoş Gangnam dansı yapabildiğim sevdiğim bir işim var. Ailemiz var ve çok sevdiğim arkadaşlarım var. Beni hiç bırakmayan ve üzerime gerçekten titreyen Bezom var, badim var... 


Ama gerçekten mümkün olmadığını bilsem de birinin bana hayatımın hangi mutluluk/mutsuzluk ortalaması ile geçeceğini söylemesi lazım. İleride daha iyi olacağım muhakkak. Ama ihtiyacım olan şey bu şu anda. İstemeden hayal kurmak gibi bir eğilimim var ne yazık ki. Beklemem gereken şeyleri bilirsem, istemsiz kurduğum hayalleri de dizginlerim sanki.

Şükretmeyi bilmez bir insan değilim, aksine gülümsemek en başarılı olduğum işlerden biriydi yaklaşık 29 sene. Ama bu sene, daha doğrusu bugün, ilk kez kendime biraz izin verdim. Filtrelerimin sayısını binlerden yüzlere düşürerek kendimi ifade etmek için. Biraz şımarmak için. Şımarmaksa bu.

2013'ün aklını başına toplamak için. 


İstemeden kırdıklarım, üzdüklerim, sıktıklarım varsa hepsinden özür dilerim. İsteyerek kırdığım insan pek yoktur ama varsa da canları cehenneme. 

2013... Akıllı ol. 

Saturday, December 22, 2012

1 Sene

Sana söyleyeceklerimi sesli dile getirdim bugün. O nedenle içimden yazmak gelmiyor pek. Sadece seneler sonra neden yazmadığımı bileyim diye not düşüyorum buraya. Unutmuş değilim, susmuş değilim. Sen ve ben arasında kalsın istiyorum bu sene içimdekiler. Anlamak için çaba göstermeyen kimseye kolaylık sağlamaya niyetim yok bu sefer.

Seni özlüyorum. Sadece bu kadar.

Thursday, November 29, 2012

Life is like a box of Pul Biber!




Canım Tom Hanks. 

Keşke senin dediğin gibi olsaydı da bir kutu Nestle Damak'a benzetebilseydik biz de hayatı. 

Ama Türk milleti için hayat pul biber gibi. Ağzımız yanıyor, dudaklarımız şişiyor, yeri geliyor ülsere kadar gidiyor ama yedikçe iştahımız açılıyor, yana yakıla mutlu oluyoruz, daha da yiyoruz. 

Bize göre hayat böyle. Acısı olmadan yemekten sonra gelecek katmerin güzelliğini anlayamıyoruz. Sürekli tatlı tatlı gitmiyor hayat. Sen her küçük paketten ayrı lezzet çıkacağını söylüyorsun herşeyi tatlıya bağlayarak ama biz acı ve tatlı arasında anlık geçişler ve kıyaslamalarla tanımlıyoruz hayat döngüsünün anlamını. 

Bak mesela bu aralar tek sevdiğim aktivite, evde ısıtmayı açmayıp Cenk'in kapüşonlu eşofmanını giyerek uyumak. Sabah kalkamamak. Sonra panik halinde zıplayıp ordan oraya koşturmak. Baksana, tatlı tatlı uyumak ve acı acı koşturmak. 

Kah gülmek, kah ağlamak. Sakince kitap okunan ve okunanın düşünüldüğü orta frekansta bir hayat bize göre değil. Kitap da okumuyoruz ki zaten. Okusak da Aşk-ı Memnu dizisini izlemekten farklı bir bakış açısı taşımıyoruz çoğunlukla. Bir Terry Pratchett ya da İhsan Oktay Anar'ı düşünmeye yetmiyor bizim ruh halimiz. Dalgalanıyoruz çünkü. 

Yaptığımızı sandığımız sanatlarımız bile şahsına münhasır kriteri taşımazken, alıştığımızın dışında birşey görmek bizi nedensiz yere göz yaşlarına boğabiliyor. Hindistan'da bilezik yapıp satan adama gösterseler halimizi deli diye gülecek 1.000.000 Hintli bulabilirim. 

Neyse ne diyordum? Bizim buralarda hayat pul biber kıvamında Tom. Nasıl olmasını isterdin diye sorarsan, bir kutu biber demek isterdim ama senin de tarif ettiğin gibi her paketten ayrı çeşit çıkacak. Küçük biber turşuları dürümle güzel olur, sivri biber kahvaltıda peynirle. 

Bizim buralarda simit diye birşey var Tom bildin mi? Sizin Pretzel'ler gibi diyeceğim ama benzetmeye tenezzül edemem. Evet evet, bence hayat simit gibi olmalı. Kah kırmızı biberle peynirle ye, kah çikolatayı bas içine tost makinesine ver. 

Güzel olanı dişte kalan susamları sinsice temizlemeye çalışırken, yanağın kenarında unuttuğunla yaramazlığını ele vermek. 

Burada hayat garip be Tom. Bizim ecdadımız 30 yıl at üstünde gezmiş de haberimiz yok! 

O değil de, ecdad demişken...

Wednesday, November 14, 2012

Abuk ihtiyaç molası

Bu yazıyı Esenboğa Havalimanı'ndan nedenini bilmediğim bi sebeple yazıyorum okuyucu. Aslına bakarsan uçağa gitmek için limitli zamanım var ama iş boğuşmasının arasında nefes alıp bambaşka şeylere odaklanmaya ihtiyacım hasıl oldu zannedersem.

Bu aralar beni en çok neler rahatlatıyor onları sayayım bari.

* Abilerim ve Yeliz ve babamla görüştüğüm ya da telefonla konuştuğum her an.
* Aynı şekilde Cenk tarafından anne ve babamla ve Ayşegül Abla ile konuşmak.
* İşler güçler izlemek (her ne kadar bazılarının gıcık olduğunu bilsem de :D )
* Youtube'dan abuk subuk videolar izlemek. Ki bu videoların başını sivilce sıkma videoları çekiyor söyliyim.
* Gangnam Style dinlemek. Youtube uzantısı aktivitelerimden biri. Çok eğlenceli.
* Bu aralar başladığım kitapları bitirmek ile ilgili terapilik sorunlarım vardı. Ayça Şen'in Kalın Kitabı'nı bir solukta bitiriverdim. Çok memnun kaldım, tavsiye ederim. En çarpıcı kısımlardan biri şu tespitti sanırım "Özgür olmak insanın her istediğini istediği zaman yapabilmesi değil, yastığa kafasını koyduğunda vicdanı rahat uyuyabilmesidir."
* Cenk diyette olduğundan ona yemekler yapmak ve bu işe kafa yormak da çok rahatlatıcı.
* Viyanaya gitme planları yapıyorum. Vizeyi de alabilirsem çok rahatlıycam.
* Kedi rahatlatma yöntemlerinin en sıcak olanlarından biri galiba. Bizimki domuz boyutarına ulaştı, huy olarak da domuz gibi zaten ama olsun.
* Önce Pretty Little Liars'a sardım, bir haftada 3 sezonu bitirdikten sonra yeni arayışlarım sonucu Breaking Bad'e de sarmış bulunmaktayım.
* Siyasi tartışmalardan kendimi uzak tutmaya çalışıp tüm küfürlerimi içimden sıralamak da beni rahatlatmaya başladı.
* Bir de şu kilolardan kurtulsam çok süper rahatlayabilirim okur!

Neyse, sanırım o anons edilen İstanbul uçağı benimki. Koşmaya başlasam iyi olacak.

Öpt. Kib. Bye.

Wednesday, October 17, 2012

Geleceğe mektup

Geçen sene bugün kendime bir mektup gönderdim. Sonraki 365 günde neler yaşayacağımı bilmeden. Neredeyse hiçbirşey değişmedi, ruhumun yarısının gitmesi dışında. Ha bir de ev aldık babama. Annemin görmesini deli gibi istediğim, her içine girişimde annemi hüzünle andığım, yepyeni çamaşır makinasına dokunurken annemin sabrına öykündüğüm, şirin mi şirin bir ev.

Ağaçlara baktıkça, hayatın her haliyle olmasa da güzel olabileceğine inanıyorum hala. Tam da tahmin ettiğim gibi serin bir sonbahar akşamında okuyorum geçmişten gelen kendi mektubumu ama yanlız hissetmiyor muyum ondan emin olamıyorum.

Hayallerimi hatırlatmışım kendime. Sevgilimle loş ışıkta şarap içemedim bu sene. Bol bol yazı yazamadım yine. Spordan mahrum kaldım. Bol bol gezdim orası doğru, bu ruh hali için fazla bile eğlendim diyebilirim. Bir de ev bakıyoruz bu aralar, bahçeli bazıları... Belli mi olur biri tutar bu hayallerin.

Hayat her haliyle olmasa da yine güzel. Mektubumu okurken kendime öğütlediğim gibi ağlamıyorum. Sadece özlüyorum. Çocukluğumu, gençliğimi, geçen seneyi, geçmişle alakalı pek çok şeyi...

Buraya da koymak istedim. Belki siz de kendinize mektup göndermek istersiniz. Ne dersiniz?


The following is an e-mail from the past, composed 11 months and 29 days ago, on October 17, 2011. It is being delivered from the past through FutureMe.org

Selam kendim,
Gecen sene cok zor zamanlar geçirdin biliyorum. Hiç aglayamadigin, neye uzulecegini bilemediğin günlerin oldu. İşin çığırından çıkmıştı. Hatta tam bu zamanlar, is yerinde rezillik çıkartacağını, müdürlerinin acır gözlerle sana bakacağını falan bile düşündün. Annenden bahsetmeye gerek bile yok. Ne kadar üzüldüğünü, icinin acidigini, anneannesiz bir evlat büyütmenin endişesini yaşadığını biliyorum. Evlilikle, kadın olmakla ilgili kafanda pek cok soru varken, bu sorulardan annene bahsedememek, onunla basit birşey icin bile dertlesememek cok zordu. İki gün önce, annenin durumunun iyi olabileceğine dair bir umut duydunuz. Yakınlarda doktor bu umudunuzu doğrulasın diye canını verecek haldesin. Çünkü uzun zamandır birşey olur korkusuyla anneni öpüp koklayamadin, hatta sarılamadın bile. Anne ne kıymetli şeymiş oldukça iyi anladın.
Gecen sene bu zamanlar hiç yazı yazmamış olmaktan utandıgin zamanlardı. Halbuki yazacak ne de cok şey vardı. Oldukça bunaldigin, bir odalı bir evde hapiste sandığın zamanlar... Kimseyi dinleyemedigin, dinlediklerini anlayamadigin, odaklanmadan yoksun oldugun nice günler, haftalar...
Hayatında hayalini hep kurduğun ama son zamanlarda bu hayallerini bir bir unuttuğun dönemler geçirdin. O nedenle sana hayallerini hatırlatmak istedim. bol bol okuyup bol bol yazacaksın, belki bir gün kendi kitabını imzalayacaksın. Bol bol gezip eğleneceksin. Los ışıkta sevgilinle şarap içip sohbet edeceksin. Spordan yoksun kalmayacaksın. Geniş, Bahçelievler bir evde oturacaksın. Kendine göre bir isin olacak. Bir sürü arkadasın. Ailenden kopmayacaksın.
Zaman cok hızlı geçiyor kendim. Tadını çıkartmaya çalış. Kendini yapayalniz ve çaresiz hissettiğin cok günler oldu. Ama bu maili okuyorsan, bil ki yalnız degilsin. Zira sen hep seninlesin.
Sen kendini sevmesen de ben seni seviyorum. En azından biliyorum ki, bir gün herseyine rağmen seveceğim. Bunu okuduğun sıralarda umuyorum annen güler yüzuyle yaknlarindadir. Umarım kendini yalnız hissetmedigin, mutlu oldugun serin bir sonbahar aksamı yasiyorsundur.
Sakin ağlama. Hayat her haliyle olmasa da genelde güzeldir herhalde. Kendine iyi bak...

Sunday, October 7, 2012

Koli bandı ve tülbent

Eski yığıntıların içinden bulup çıkarttığı, muhtemelen dedesinden kalma köşeli lacivert bavulun kapağını açtı içinde herhangi birşey bulacağını ummaksızın. Nasıl olduysa metal kilitleri hala kararmamış, köşelerinden başka hiçbir yeri aşınmamış, kim bilir hangi hayvanın derisinden kaplanmış bu küçük, gösterişsiz bavulun içinde gördüğü şeyler şaşkınlıktan çok ürperti uyandırmıştı içinde. 

Kendi ile bağlantılı olan bir tarih vardı, muhtemelen kendisinden başka kimseyi ilgilendirmeyecek. Bu gizli, küçük, mütevazi tarihin varoluşunun farkına varmaktı onu ürperten. O da biriydi işte, annesi babası olan, hatta annesinin babasının da annesinin babasının olduğu ve bu zincirin dünyanın oluştuğu ilk zamana kadar uzanabileceği biri. Belki bu anne baba zincirinde birileri tekerleği bulmuş, bir diğeri tabak çanak yapmış, belki bir tanesi de Titanic ile birlikte batmıştı. 

Ürpertisini bir kenara bırakıp krem rengi astara odaklanmaya çalıştı. Parşömen kağıdına sarılı ince uzun bir cisim, eprimiş beyaz bir bezin köşesinden bir parçası sızmış, sedef taşlı bir tesbih, külaha benzer üçgen şekilde katlanmış mavi çizgili bir kumaş mendil, kapak kısmı kopmak üzere olan sararmış ve kabarık bir zarf, bir çengelli iğne, ne olduğunu anlayamadığı kararmış gümüşten minicik bir kutu, 2 adet resim ve oltu taşına benzeyen siyah bir taştan yapılma sigara filtresi...

Bu kadar nesnenin bir arada bulunması garipti. Hepsini bir liste halinde okusa hiçbir anlam kuramayacağı o tuhaf mantık soruları gibi alakasız nesneler, içinde bulunduğu yıl için küçük ama bu nesneler için oldukça büyük bir bavulda toplanmışlardı. Biri hatıra diye ayırmış olsa hepsini derleyip toplamadan bir bavula savurmazdı. Bir kişiye ait olsalar bu kadar alakasız olmazlardı. 

Bağlantı kurabilmek için tepeden bakmak yerine dokunarak anlamaya karar verdi. Yatağın üstüne oturdu, bavulu kucağına aldı ve yakından baktı. Hangisi ile başlayacağını düşünürken eli siyah sigara filtresine gitti. Bir kadına ait olması ihtimali düşüktü çünkü izlediği onlarca filme bakılırsa kadınların kullandıkları sigaralıklar ince ve uzun olurdu. Bu ise kalın ve kısa idi. Garip olan filtrenin ucundaki taşlardı. Kumdan biraz büyükçe, sanki toz şekeri andıran küçücük taşlarla kaplıydı sigaranın takılması gereken yer. Dedesinin olmalıydı bu sigaralık. Doğru ya, annesi anlatmıştı. Dedesi sigarayı bıraktığı gün kuyumcuya götürüp elmas tozuyla mühürletmişti filtreyi. 

Elindekini bavulun boş olan köşesine ayırdıktan sonra mendile ilişti gözü. Katlarını bozmadan eski haline getirememekten endişe ettiği mendili yavaşça açtı. Açtığında zihninde kırışmış bir eli öptüğü an canlandı. Mat, yeşil, oval kesilmiş gösterişsiz taşın yerleştiği bakıra dönük koyu sarı bir yüzüğün süslediği o kırışık eli öptüğü sıcak an. Gözlerini yukarı doğru kaldırdı zihnindeki görüntüde. Oynamaktan aşınmış bilyeler gibi duran bir çift gözle karşılaştı. Ta içeriden kendini belli etmeye çalışan ışıkları seçti. Bembeyaz tülbenti kulaklarının arkasından sırtına uzanmıştı anneannesinin. Omzunun kenarından ise kırlaşmış cılız bir örgü gösteriyordu kendini yaramazca. Mendilin içinden çıkan parayı aldı eline. İlk harçlığı buydu demek. 14 Ocak 1970 tarihinde basılmış On Bin Türk Lirası. Kim bilir kaç yılıydı bu harçlığı aldığında? Bu parayı saklayan neden kendisi olmamıştı ki? Katlamak için fazla özenmesine gerek yoktu. Sahip olduğu tarih yazmıştı paranın da mendilin de nereden katlanacağını, istese de değiştiremezdi. Çaba sarfetmedi, para da mendil de yıllardır alıştıkları ilişkilerine kaldıkları yerden devam edebilirdi. 

Zarfın kabarıklığı içini geriyordu nedense. Ailesi hakkında biraz bilgi sahibi olmak o zarfta bayram tebriklerinin, aşk mektuplarının, sıla hasretinin olmayacağını bilmek için yeterliydi. Bunlar hiç yazılmadığından değil, saklanmayacak kadar anlık sayıldıklarından. Aşk mektupları ise gizliydi, ne kadar masum olurlarsa olsunlar, mahremdi işte. İçine tıkılmış kağıtları topluca çıkardı. Eline aldığı ilk kağıttan sonra gerisine bakmasına gerek olmadığını anladı. Ona neydi ki kimin varisi kimdir, kimin varı kimin olmuştur? Kağıttaki isimlerin yarısını tanımadığını, tanımamaktan dolayı da bir eksiklik duymadığını biliyordu. 


Sedef taşlı tesbihi biliyordu ama gerçek sahibinin elinde görme şansı olmamıştı. Dedesi o doğmadan önce vazgeçmişti ona dedelik yapmaktan. Kendi eline aldı, acemice tesbih saymayı denedi. Taşları bu kadar küçük ve zarif kesilmiş, sedefi bu kadar farklı rengi bir arada veren bir tesbih görmemişti bundan başka. Ne garipti ki pirinç büyüklüğünde bu taşları birileri delmeyi başarmış, içinden ipi geçirebilmişti. Dedesi hayatta olsa, böyle olmalıydı ona alacağı hediye. Ama dedesi hayatta değildi ve onun dünyasında hiç hayatta olmamıştı. Tanısa kendisini sever miydi acaba? 3 yılda bir aklına gelen bu sorunun cevabını yine merak etmişti. 

Gümüş kutuya geldi sıra. Avcunu bile doldurmayacak bu kutuyu minyatür bir güvece benzetti. İncecik kapağını çevirerek açtı. Tamircilerin conta sıkıştırmakta kullandıkları iplik kümelerine benzeyen birşeyler tıkılmıştı içine, başka da birşey yoktu. İlaç kutusu olmalıydı bu. O zamanlar haplar var mıydı, bir an bunu düşündü. Ne kadar saçma olduğunu farketti hemen sonra. Hiç görmedi diye dedesini tarihi eser sayamazdı ya! Hoş bu kutunun dedesine ait olduğu bile belli değildi. 

Çengelli iğne bu nesneler içinde en zorlayıcı olanıydı. Basit, sıradan, ne büyük ne küçük, herhangi bir çengelli iğne... Herhangi miydi sahiden? Olamazdı çünkü zihninde yine aynı kırışık eller canlandı. O ellerin tuttuğu beyaz mendili farketti. Anneannesinin yanından ayırmadığı o mendilin yuvasıydı o çengelli iğne. Annesinin titizliğinin nereden geldiğini anlayıverdi bir çırpıda. O mendil ortalıkta durmasın, başkalarını rahatsız etmesin diye özel ördürdüğü yeleğinin içine iliştirdiği bu çengelli iğneye tutunurdu o mendil. Yeleğin içine gizlenirdi sevimli bir utançla. Bazı insanlar ne kadar masumdu! O çengelli iğnenin yeri de kenara ayırdığı bayramlık mendil olmalıydı bundan sonra. 

Başta resimleri en son incelemeye karar vermiş olsa da kendisine bakan o iki küçük kız çocuğunu daha fazla bekletmek istemedi. Hemen anlamak kolay değildi kim olduklarını. Bir tanesi cin gibi bakan topaç suratlı bızdık bir tipti. Sol yanındaki ise çelimsiz omuzlarına dökülen iki örgü ile ince uzun suratlı mahçup bir çocuk. Her türlü zıtlığa rağmen ne kadar da benziyordu kendisine. Hiçbir zaman mahçup bir çocuk olmamıştı, tıpkı hiçbir zaman ufak tefek olmadığı gibi. Ne var ki annesiydi işte o ve aynada gördüğü aksin türeviydi. Siyah beyaz bu fotoğrafa bakıp annesinin de çocuk olduğunu idrak etti. Parlak saçları, diz altı çorapları ve çocukken daha da minik olan ayakları. Annesi 60 yaşındayken yeterince minikti ayakları, daha ne kadar minik olabilirlerdi ki? Hayret etti. Bu çocuk büyümüş, bir adamı sevmiş, anne olmuş, tekerlemelerle bebeğini beslemiş, koskoca kadın olup kendi kızının elinden kahve içmişti. Bu çocuk bir gün büyümüş, koskoca kadın olmuştu ve bir gün göçüvermişti ansızın. Evet, ansızındı hala, öyle de olacaktı. Diğerinde ise yine annesi, aynı saç örgüsü, aynı mahçup ve ciddi ifadeyle vesikalık bir fotoğraf olarak elinde duruyordu. Belli ki genç kız olmuştu ama o ifade nasıl değişmemişti ki? Kendi çocukluğunu ve genç kızlığını düşündü. Annesinin resimleri arasındaki bu farksızlık kendininkilerde yirmi fark olarak vardı. Annesiydi fotoğraflardaki. Başparmağıyla okşayıp diğerlerinin arasına koydu. 

Bu enteresan yolculuğun son durağına eline aldığı parşömen kağıdı ile geldi. Kağıdı açtı, eline incecik, ucu yakılmış, beyaz bir mum düşüverdi. Kağıtta birşeyler yazıyordu. Tanıdı, annesinin el yazısıydı. 

"Çocuklarıma hayırlı işler, hayırlı eşler, hayırlı evlatlar diliyorum."

Paris'teki seyahatine gitti aklı. O gösterişli kilisede değil de, mahalle arası bir kilisede ince, uzun, beyaz mumlarla annesinin ruhuna ettiği güzel duaları düşündü. İçi burkuldu. Demek annesi de kilisede mum yakmıştı. Demek annesi de onu düşünmüştü o mumu yakarken. Demek annesi de onu kendisi için birşey dilemeye ihtiyaç duymayacak kadar çok seviyordu. Tek bir göz yaşı tanesi ile ferahlattı içindeki ateşi. Mumu kağıda sardı. Diğerleri ile bir araya getirdi. Bulduğu küçük bir kutuya yerleştirdi hepsini. Kutuyu da Keloğlan misali bir tülbente sarıp düğümledi köşelerinden. O nesneler ona aitti artık. Bir kutuda toplayabilirdi. Bavulu kapatıp kolilerin yanına koydu. 

Kendi eşyalarını, CD'leri, kitapları, kıyafetleri, fotoğrafları toplarken bir insan hayatının üç beş koliye sığabilmesini anlamaya çalışmıştı. Elindeki kutuya bakarken bunun ne kadar boş bir çaba olduğunu anladı. Üç insanın hayatı tülbentle sarılabilecek bir kutuya bile sığabiliyordu. Kendi mütevazi tarihi de küçücük bir kutu olacaktı işte. 

Hayat anlamsız gibi görünse de milyarlarca küçük kutunun toplamıydı. Elden ele, elden ele...





Ruhi

Bu aralar güzel şeyler oluyor. Ama hızla paranoyaklık özelliklerini edindiğim için, sevindiğim herşey için "maşallah, inşallah" diyip varolduğunu bilimsel olarak kanıtlayamadığım nazarları savuşturmaya çalışıyorum.

İçimde bir his "daha güzel şeyler de olacak" diyor ama hissimi bastıran iç sesim "iyi bişey olduysa kendini olacak kötülere hazırla" diyor.

Bu iç savaş çok korkunç, çok huzursuz edici.


Elde değil, tedirginliğimi bastıramasam da sevindiğim şeyler var bu aralar.

Friday, September 21, 2012

Saçma mı? Evet, hem de çok!

Yaşaması zor,
Anlaması zor.
Hayat,
Beni neden yoruyosun?
Hayat,
Beni neden Serdar Ortaç'la hemfikir ediyosun?

Monday, September 17, 2012

Organik navigasyon

Hayat bana garip mesajlar veriyor sanırım. Pek anlamak istemesem de, işime gelmese de, içimden bir ses gıcık gıcık dürtüyor beni. Yapacak çok şey var. Bir sürü plan, program, seyahat, alınacaklar, verilecekler, toplanacaklar, vazgeçilecekler, sevilecekler, duyulmayacaklar, izlenecekler, kullanılacaklar, taşınacaklar, bulunacaklar, vs, vs...

Çok şey var önümde. Düşündükçe gözümde büyüyor. Ama onlara başlamadan asıl önemli olanlara sıra gelmiyor.

Bu aralar sıklıkla düşünmeye başladığım birşey var. Hani içgüdü, içses, hissiyat falan dediğimiz, aslında bizim sıklıkla susturmaya çalıştığımız ve biz sanki doğamızdan daha akıllıymışızcasına mantıklı olmaya çalıştığımız şeyler var ya... Hani hayatımızda bazı kararlar alırken o sesin dediğini değil de mantıklı olduğunu düşündüğümüz şeyi yaparız ya genelde. İşte ben tam o noktada, hayatımızda aldığımız tüm kararlarımızı o en susturduğumuz ama en derinlerimizden gelen sesi dinleyerek almış olsaydık, yaşamımız olduğu haline kıyasla ne durumda olurdu çok merak ediyorum!

İçsesi küçümsemeyin, o çok özlediğimiz ama bırakmaya da bir o kadar meraklı olduğumuz çocukluğumuzun sesi o. Birini nedensiz sevdiren ya da nefret ettiren, durup dururken başka bir konuya yönlendiren ve her doğum günümüzde biraz daha az duymaya başladığımız içses. Mutlu çocukluğumuzu geçirten ve mutsuz yetişkinliğimize getiren...

Bak mesela benimki şu anda resmen "git yat geç oldu" diyor ama ben alenen gözardı ediyorum.

Monday, September 10, 2012

Monday, September 3, 2012

Safran yeşili

Çıplak ayakla yürüdüm gibi hep
Ne kanalizasyonu kaldı, ne de pamuk tarlası
Bir gün bir baktım ipek örtüler üzerindeyim
Diğerinde fare leşlerine bulanmış parmaklarım

Ayaklarımdan başka neyim varmış ki sanki?
Ne kolum, ne gözüm, ne saçlarım
Bir çift ayakmışım da sanki kabımdan kaçmışım
Farketmeden ne çok yara almışım

Taş olmuş da çatlamış derim
Umut tozun toprağın arasından görünen kanımmış
Adı yokmuş geçtiğim yolların
Ayak sanmışım kendimi, onların dediği ise "insan"mış

Bir canım varmış meğer,
bana sormadan verilir ve yine sormadan alınırmış
Ben kendime sahibim bilmişim de
Kim kimin malı anlamamışım

Ayakmışım kabım varmış
İnsanmışım yaradanım
Yaradandan bir parçaymışım
ama en çoğu ağaçlarmış

Saturday, August 25, 2012

Badim

Yaşam insana neler getiriyor, insandan neler götürüyor bilinmez ama şunu biliyorum ki, şu tatsız tuzsuz hayatımda en çok sevindiğim, kendimi çok şanslı ve mutlu hissettiğim şeylerden birisin sen. Ne eksik ne de fazlasın. Saatlerce konuşabileceğim ama bir o kadar da susabileceğimsin. Hayatımda yaşadığım en kötü günlerden birinde sessizce elimi tutan, sıkı sıkı bana sarılan, hiç konuşmadan beni rahatlatansın. Kimsenin kırmasını üzmesini istemeyeceğim, ama ne benim ne de başkasının korumasına ihtiyaç duymayansın. Ağlarken boncuk boncuk ağlayan, gülerken etrafı inleten, sanki hayata sadece iyi vakit geçirmek için gelensin. Herşeyin gerçek. Herşeyin sana ait. Ah bi de o kadar güzelsin ki :) İstiyorum ki hep gül, hep mutlu ol, hep eğlen. En büyük dileklerimden biri anne olduğumuzda da birbirimizin elini tutalım. Çocuklardan bahsederken, kendimizden de bahsetmeye devam edelim. Basit geyiklerle 60'lı yaşlarımızda da birlikte gülelim, 70 yaşımızda yine parasailing yapalım. Ben senin bana verdiğin şeylerin ne kadarını sana verebildim şu ana kadar bilmiyorum. Ama hayat senin için alışveriş değil onu da çok iyi biliyorum. Sana özetle şunu söylemek istiyorum ki, seni çok seviyorum ve tanıştığımız güne hep şükrediyorum. Herşeyin en iyisi senin olsun...

Tuesday, June 26, 2012

Kavaklıdere

Düşündüm de bir sürü romantik komedi, dram, aşk filmi falan izledim. İçlerinde gerçekten gerçek olan, bir tek Asya'nın aşkı idi. Al yazmasıyla kamyonun peşinde koşan da oydu, sevgiyi irdeleyip doğrusunu kalbinin derinlerinde hisseden de, reddetmesini bilen de. Geri kalan hikayeler hep yavan, hep zorla, hep hayal sanki. Daha çok tükettirmek için iştah açan cinsten. Çünkü aşk hep para edecek. Daha çok tüketip daha çok isteyeceğiz. İstedikçe yetinmeyip allı pullu enstrümanlar bulacağız aşk için. Koca canavar doyacak mı bilinmez ama biz açlıktan soğumuş kalplerimizi tutarak kıvranmayı sürdüreceğiz. Bize itelenen Hollywood masallarına öyle çok inanmak isteyeceğiz ki, emek denen şeyin her gün görmeden ezdiğimiz karıncalar gibi üstüne basacağız. Sevgi nedir bilemeden aşka aşık ama pusulası şaşık öleceğiz. Parmaklarımızda buz parıltısında taşlarımızla, hiç ısınamadan soğuyacağız... Belki o an soracağız, sevgi neydi? Sahi...

Saturday, May 19, 2012

19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı

"Barbar Türk'ler" dedikleri için kızıyorduk yabancılara. Uzun zaman oradan oraya göçmüş, giderek büyüyüp dünyaya hakim bir imparatorluk olmuştuk. Kolay değildi o kadar alanı kontrol etmek. Kontrol etmek, gücü elde etmek ve sürdürmek için barbar olmak gerekliydi. Bunu anlayamamışlardı uzunca bir süre. 

Biz gücümüzü kaybettiğimizde, kendi toprağımıza çekildiğimizde ezmek, küçümsemek için kullandıkları bu arguman, mert bir önderin ateşiyle kendi kanımızı yerlere akıtıp da bağımsızlığımızı elde ettiğimizde "Cesur Türk'ler"e döndü. Korktular bizden, çünkü savaşıyorduk, öğreniyorduk, gelişiyorduk, değişiyorduk. Bu kadar kısa zamanda bu kadar hızlı bir devrim ürkütmüştü onları. Gördüler ki güç sadece baltalarımızla sahip olduğumuz birşey değil, ruhumuzla, kalbimizle de başarıyorduk at üstünde ok atmayı. 


Ne var ki bedeller ödedik. Ödettiler. Fakir bıraktılar bizleri. Karne ile ekmek verdiler. Karnımızı doyurabilmek için sıralara girdik. Zayıfladık. Zayıfladıkça açlaştık. Ellerinde tepsiler, parlak parlak elmalar, şerbetli tatlılar, lezzetli etleri gösterdiler. "Evet" dedik, yemek istiyoruz. Yol yaptılar, televizyon verdiler, araba verdiler, büyük büyük binalarda, kapıcılarımıza sipariş verdiğimiz hayatları sundular bize ama asla o tepsilere dokunamadık. 


Gördükçe acıktık, acıktıkça fırsatlar kovaladık. Bizden çaldılar, biz de çalmaya başladık. Bizi dolandırdılar, biz de dolandırdık. "Hakkınızı koruyun, işinizi bilin" dediler ya, sıra bekleyenlerin arasına "kaynak" yapmayı marifet bildik. Kendimizce gereksiz ve boş gördüğümüz emniyet şeritlerine "akıllı" olduğumuz için girdik her sabah, işimize yetiştik, yorulmadık. Adımız "Fırsatçı, üç kağıtçı Türk'ler"e çıktı da ses etmedik. 

Çokları memnun hallerinden. Tiyatro'ya gitmediğinden umrunda değil tiyatroların özelleşmesi. Eğitim önemli bunu artık anladık ya, her mahalleye bir üniversite açılması hoşumuza gitti. Geçmişte ödenen tüm bedellerden taraf yarattılar. Başörtüden türban yaptılar, türbanlıyla türbansızı kırdırdılar birbirine, "neden?" diye sormadık. "Taraf olmayan, bertaraf" demezler miydi? 

Bize sunulan Barbie evinde bir güzel evcilik oynuyoruz ki sormayın! Sahibimiz küçük kahve fincanlarıyla kahve içiriyor bize güya ama içi boş. O kadar yaşamıyoruz ki ve yaşadığımızı sanıyoruz ki bir Barbie gibi, ne ödediğimiz vergilere, ne içi giderek boşaltılan eğitimimize, ne konut diye bize sunulan yığınlara sesimizi çıkarmıyor, çıkaramıyoruz. Gururlanıyoruz bizi engelleseler de bayramlarda sokaklara dökülüyoruz diye. Ancak bilmiyoruz ki attığımız sloganlar ne kadar kof, ne kadar yapay içeride onlarca gazeteci susturulurken. Biber gazı yemektense Acun yiyoruz akşamları günün yorgunluğunu atmak için. Biz boş boş izliyoruz, televizyondakiler kandırılıyor üç beş lira ve şöhret vaadiyle ve Barbie evinin sahibi paralarını sayıyor biz uyumak için yataklarımıza yattığımızda. 

İyi uyu Türkiye, çünkü pazartesi sabahı, saatin 05:30'unda 150 tane vasıta değiştirip hiç sevmediğin işine sırf üç beş lira kazanmak için gideceksin. Akşam eve geldiğinde maaş bordurona bakıp ay hesabı yapacaksın. Ancak maaşının üçte birini devlete ödediğini ve hala süründüğünü önemsemeden, televizyonu açacak, Survivor izleyeceksin. 19 Mayıs'ta gururla balkonuna astığın Türk bayrağını da balkonda unutacaksın bir sonraki temizlik gününe kadar. Unutacaksın, hala bildiğini sandığın değerlerini ve unuttuğunu fark etmeyeceksin.


Bize gösterilen tepsiyi kendi elimizde tutmak için, sesimizi bugün çıkartmakla hergün çıkartmak arasında çok fark var.


19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı'mız kutlu olsun. 

Sunday, May 13, 2012

Papatya




Gözlerinin ışığı sönmeden gördüm seni en son. Ben kapıdan çıkarken el sallıyodun o güzel gülümsemenle. Böyle vedalaştık.

Ruhun evrene karıştıktan sonra, bedenini de doğaya emanet ettim. Ara ara geldim doğa sana iyi bakıyor mu diye. Sen bize çok iyi baktın, doğa ana da sana öyle baksın istedim. Bakmış da...

Menekşe olmuşsun pencerenin önünde bol bol büyüttüklerinden bile güzel.
Buz çiçeği olmuşsun, geçenlerde rüyamda gördüm  ya seni, yanakların öyle bir pembe...
Ama en çok papatya olmuşsun, tam sana yakışacağı gibi.

Bizimle birlikte bir de uğur böceği gelmiş ziyaretine. Yapraklarınla sarmışsın etrafını.


İçimdeki boşluğun başka şeyle dolmayacak. Başka birşeyle doldurmaya da uğraşmayacağım.

En sevdiğin şarkılardan biridir bilirim. O dünyalar güzeli anne sesinle mırıldandığın şarkıyla kutluyorum bugün anneler gününü... Her bir notasında titriyor içim, Müzeyyen Senar'ın sesinin titrediği gibi.

Bugün zordu ama ben de senin gibiyim.


Kimseye etmem şikayet...






Monday, May 7, 2012

Anneler günü ve pırlanta sorunsalı


Yav arkadaş hadi sevgililer gününü, yılbaşını anladım da, şu anneler günündeki pırlanta reklamları ile boğma mevzusunu hiç anlamıyorum. Anneler anne oldukları için pırlanta mı bekliyor yani? Anneler gününde pırlanta bekleyen anneden hayır mı gelir? Anne dediğin "paranızı boşuna harcamayın evladım" der diye biliyorum ben. İlla hediye alınacaksa "saklama kabı"dır bir anneyi en çok mutlu edecek şey. Bolca saklama kabı. Neden? Yaptığı yemekleri güzzzeeelllce paketleyip yavrusuna yollayabilir. Böylelikle eşek kadar olmuş minik dimağlar o biber dolmalarını, tarhana çorbalarını afiyetle hüpletebilir! 

Saklama kabı alınız, anneleri sevindiriniz :)





Wednesday, April 25, 2012

Apple bizi diskoya götür!

Geçtiğimiz yıl boyu sinsice kanıma giren Apple sevdası sayesinde ne zamandır böyle bir yazı yazmayı planlıyordum zaten. Bugüne kısmetmiş. 

( Kaynak: http://cher-homespun.blogspot.com/2011/02/apple-day-keeps-doctor-away.html )


Macintosh bilgisayarların sahibi Apple, muhteşem icadı olan iPod'dan sonra bir telefon çıkartmaya karar verdi ve bizler yıllar önce, maaile, titreme özelliğine sahip ilk cep telefonlarını masaya koyup dansöz gibi titrettiğimiz günleri evrimleştirerek, bu yeni tuhaf telefonların dedikodusunu yapar olduk. Sağdan soldan sahip olan tanıdık bulursak elimize aldığımız gibi, ekranına parmaklarımızın en Fransız zerafetindeki noktalarıyla dokunup, fotoğrafları bir büyütüp bir küçülttük hayretler içerisinde. 

Telefonla konuşmaktan çabucak sıkılan, mesaj atmaya bile üşenen bendenizin o dönem telefonla ilgili bir hevesi isteği olmadığı gibi, bıraksalar o muazzam iki satırlı T28'imle bir ömrü devirip torunlarıma antika bir yadigar verirdim. Ancak gel gör ki o aralar kullandığım telefonum bozuldu ve aile bireylerimizden birinin eskimiş (nasıl bir eskimeyse o) iPhone'una konuverdim. Bildiğiniz ilk jenerasyon iPhone. Tuşları tıkırdatmakla son derece huzurlu giden hayatım bir anda dolma parmaklarımın kontrolsüzlüğüyle kabusa dönüştü. Birşey yazmak istersin o başka şey önerir, bir mesaj gelir, telefonun ekranında 1 milyoncuların branda afişi gibi parlar falan... Hiç bana göre değildi ve arkadaşlarımın "ne ballısın!" yorumlarına anlamsız gözlerle karşılık vermekteydim. Sonra Cenk'in eskisi bilmem nesi derken, tuşlu telefonlarla saadetimi devam ettirdim. 

Telefona para harcamak gibi bir isteğim pek olmadı ama bu yeni dokunmalı, oynamalı teknolojiye iPad denen şeyin çıkmasıyla gizli gizli göz kırpar oldum. Günlerden bir gün, şirkette bir satış yarışması düzenlendi ve birşekilde birinci olarak vaadedilmekte olan iPad'i kazandım. Bizim şirkette bırakın iPad'i, "simit veriyoruz" deseler inanmayacak olan bizler, bir de baktık ki birinci ile yetinmeyip, ikinci nesil iPad'i bana taaaaaa nerelerden yollayıvermiş! Üstelik arkasına ismimi falan kazıtarak. Bu hediyeyi ve yarışmayı organize eden ilgili pazarlama sorumlusu çocuk, kariyerinden endişe etmekteydi bu organizasyon için, öyle söyleyeyim. 

Gel zaman git zaman, orasını burasını kurcalaya kurcalaya, bir bakmışsın kah kitap okuyorum, kah Angry Birds oynuyorum, kah resimler çizip efektler veriyorum. iPad'le geçirdiğim o balayı tadında aylardan sonra, şirketimin dokunmatik olduğunu iddia ettiği ama özünde "basmatik" olan Nokia Express Music midir nedir o şeytan icadı telefona olan sabrım küçük çaplı bir sinir krizi geçirmem ile birlikte tükendi. Sevgili kocam Cengaver, bu sinir krizime kayıtsız kalamayıp, bana Siri'li mirili bir iPhone alıverdi. İşte o an, ortam değişti, rengarenk ışık huzmeleri etrafımı sardı ve ben perde reklamlarındaki kadınlar gibi evin o yanından öbür yanına uçuştum durdum. Artık bir dokunuşla takvime bakabiliyor, sabır duası etmeksizin internette dolanabiliyor, 1 dakikadan daha kısa sürede mesaj yazabiliyordum. Mesaj kısmı özellikle önemli çünkü bahsettiğim Nokia cihazında 4 satırlık mesajı 20 dakikada attığım oldu! O değil de, işten güçten fırsat bulamayıp bir hayli gerisinde kaldığım sosyal ortamları anında takip edebilir hale geldim ki yaşadığıma emin olamayan bazı arkadaşlarım gazete ilanı vermekten kurtuldular. Ve evet, bazı arkadaşlarımla ne yazık ki sanal sanal arkadaş olabildiğimizi de bu sayede gözlemleme fırsatım oldu. 

Evdeki Apple populasyonunu, alnımın akıyla, gece gündüz çalışarak kazandığım paramla aldığım en pahalı şey olan Mac Book Air ile doruğa ulaştırdım ve insanın kendi parasını kazanmasının ne güzel şey olduğunu da iyice bir tatmış oldum. Aslında bu son alışveriş biraz gereksiz gibi görünse de, iş bilgisayarımla bırakın blog yazmayı, özel işlerim için google aramasını bile yapmak istemez hale geldim. Çünkü kucağıma koyduğum an içimi sıkıyordu. İşten fazlasıyla bunalan bir insan olarak, kendime ait bir bilgisayar istiyordum. Hafif olması, basit olması, Windows'a göre çok daha renkli ve eğlenceli bir kullanım ortamı sağlaması beni kendine bağladı. 

Evde böyle bir üçleme varken, insan birsürü şey yapabilir. Yeni yeni kafamı kaldırabildiğim şu zamanlarda daha efektif kullanmaya başlayacağıma inanıyorum zira geçtiğimiz dönemde yapabildiğim en yaratıcı şey, instagramda çektiğim fotoğrafları filtreleyerek paylaşmak oldu. 

( Kaynak: http://adrsocialmedia.wordpress.com/ )

Ama isterseniz AmpliTube ile yarattığınız müziklere, iMovie ile harika klipler oluşturabilir, çektiğiniz fotolara çeşitli uygulamalarla Commodore 64 efekti verebilir, FaceTime ile akşamları annenizle kahkahalar atarak sohbet edebilir, çeşitli TV kanallarının uygulamaları vasıtasıyla, kediniz ve kocanız maç izlerken istediğiniz diziyi dikizleyebilirsiniz. 

Ben bu aletler sayesinde interneti çok daha efektif kullanmaya başladım. Çok farklı konularda bloglar, YouTube kanalları, akıllı mobil cihaz uygulamaları kullanır oldum. 

Bu aralar en sevdiğim ve ileride hepsinden çok kullanılacağına inandığım bir sosyal mecra var ki, Twitter'la Instagramı çukur bir kaba koyun, üzerine biraz facebook ekleyin, internet tarayıcınızın sık kullanılanlar kısmı ile ağır ateşte karıştırarak pişirin; alın size Pinterest

İlk etapta ne menem birşey olduğunu anlamasam da, anladıkça daha da çok sevdim. Takip ettiğiniz sayfalardan ilginç yazıları, hoşunuza giden kıyafet stillerini, ilginç fotoğrafları aynı profilde, farklı konu başlıkları altında toplamanıza ve bunları tüm üyelerle paylaşmanıza imkan veriyor ki bir nevi kişisel dergi diyebiliriz. Ancak burada kişisel kelimesini açmak lazım. Kullanım amacı "Ben az önce pırt yaptım, bakın kız kıza kınaya gittik ne de çılgınca eğlendik, bebeğimin boku pembe biliyor musun, sevgilimle kahve keyfi" mesajları vermekten ziyade, internette gezinirken gördüğünüz, beğendiğiniz, sizi ifade ettiğini düşündüğünüz yazı, fotoğraf, müzik, video gibi içerikleri  paylaşabileceğiniz bir yer. Şiddetle tavsiye ediyorum. 

Aslında Pinterest'in yanısıra beğendiğim, sürekli takip ettiğim, sıkça kullandığım başka uygulama ve sosyal kanalları da paylaşmak isterdim ama lafı o kadar uzattım ki başka sefere diyerek bitireyim. Bir de örnek bir blog yazarı havasına girip mesaj da vereyim yazımın sonunda : 

Internet iyi güzel de, kitap da okuyalım sevgili kardeşlerim. Saman kokulu sayfalara değmiş mürekkeple, piksel piksel okuduğumuz yazılar bir değil. 

Murathan Mungan'ın yazdığı Şairin Romanı'nı okuyorum bu aralar. Nasıl bir güzellik, nasıl bir dünya, nasıl bir karın tokluğu anlatamam Haşmet! 

Sevgilerimle,

Optm, kib, bye!

Monday, April 23, 2012

23 Nisan

çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler, 
günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların, 
çocukların avuçlarında yeşerecekler. 



Nazım Hikmet Ran

Thursday, April 5, 2012

İşten arta kalan, bir garip ruh hali

Ne zamandır aklımda olan, saçma zamanlarda düşünmeye başladığım, heveslendiğim şeyler var. Ama bir türlü yola koyulamıyorum. Bu benim maymun iştahlılığımdan kaynaklanmıyor. Evet çeşitli konularda maymun iştahlıyım bunu kabul ediyorum ama bu bahsettiğim şeyleri yapamayışımın sebebi o değil.

Aslında beni lise-üniversite döneminin yaratıcılığından hızlıca uzaklaştıran şey giderek kurumsal bir hal alan iş hayatım oldu. Kurumsal hayat dediğin şey, insanı insanlığından uzaklaştıran, hayat mücadelesi veren bir avcıdan başka hale getirmeyen, acıma, merhamet, sevgi, saygı, sadakat, melankoli, neşe, ağlamak, kahkaha atmak gibi son derece insani donanımlardan vazgeçmesini sağlayan bir şey gibi geliyor bana. 

Şu an çalışmakta olduğum işe başladığımda yapacağım işle alakalı hiçbir bilgiye sahip değildim. Sudan çıkmış balık gibi oradan oraya, oradan oraya savrulup durdum. Tam alışıyorum, öğreniyorum ve hatta kurumsal kriterlerde başarılı oluyorum dediğim an görevim, sorumluluğum, çalışma alanım değişti. Aynı şirket içinde başka bir dünyaya taşındım. Herşey neredeyse başa döndü. Yeniden hiç bilmediğim şeyleri öğrenmeye, kendimi ispat etmeye çalıştım durdum. Tam "olacak galiba" derken, hoooppp yeni bir görev. Bir an, birilerinin bana şaka yapmaya çalıştığını bile düşündüm. Bazen sinirlendim, bazen yıldım, bazen de sakince düşünüp bu olanların aslında hep iyiye giden şeyler olduğuna ikna ettim kendimi. 


Sıkıntım şuradan ileri geldi genel olarak; bu tip çalışma ortamlarında başkalarının "başarı" olarak adlandırdığı şey, beni özünde pek de heyecanlandırmayan, insani bir fayda göremediğim, yapay ve bence biraz da yapış yapış bir eylem. Ancak işin diğer tarafında da "sorumluluk duygusu" var ki, bende bu kadar gelişkin olduğunu düşünmezdim eskiden. Verilen görevi gerektirdiği şekilde yapmak gerek. Sırf bu nedenle, etrafımda pek çok insanın boğuşmakla uğraşmayacağı şeylerle de boğuşup durdum. 


Sonuç nereye geldi? Özellikle şu anki işimde çalışmaya başladığımdan beri, yazdığım yazılarda gözle görülür bir seyreklik ve kofluk, çektiğim fotoğraflarda sayıca neredeyse hiçlik, renklerde solukluk, evdeki eşyalarda benim ellerimin katkısı sıfıra yakınlık, müziklerde sadece radyo kanallarına mahkumiyet baş gösterdi. Bütün enerjimi plazanın her köşesinde dolanan elektrik akımı emdi, aldı götürdü. Akşamlarımı ölü balık gibi televizyona bakarak geçirmeye başladım. Bir dönem trafiği, geliş gidişleri, yolda geçirdiğim zamanı suçladım. Eve erken gelebildiğim zaman dilimleri sanki dünyayı değiştirecekmişim sandım ama öyle de olmadı, defalarca test ettim. Turuncu renkli ölü Nemo halimden ödün verdiğim pek görülmedi. Eskiden 2 günde bir gittiğim havuza, asansörün düğmesine basmaya bile üşenerek, gitmedim. Ah ben ne kadar çok severdim spor yapmayı! 


Uzunca bir süremi de, sürekli herşeye bahane bulabilmem konusunda kendimi suçlayarak geçirdim. Merak etmeyin, oldukça acımasız davrandım kendime. Herşeye bir bahane, sürekli mırıl mırıl herşeyden şikayet edebilme kapasitesi. "Zamanım olsa, bende potansiyel var da" gibi klişe sözlerle anne avutmaları yaptığım konusunda hemfikir oldum beynimle. Ama sorun o da değil. Buna eminim. İstediğimde elimden kaçanın da zor kurtulduğunu defalarca gözlemledim çünkü. 

Sorun aslında o isteğimin, o güzel heveslilik halimin, birşeye heveslenebilme içgüdümün ortadan kalkmış olması. Birçok şeyin anlamsızlaşması. Günümü geçirdiğim ortamla, kalbimin ayrı dünyalarda yaşıyor olmaları ve buna bağlı olarak iki dünyayı birbiri ile bağlayamamam. E bağlayamıyorum çünkü heveslendiğim birşeyi işyerinden birine söylediğimde genelde suratıma tam anlamıyla bön bön bakıyorlar! Sanki gereksiz işler peşinde koşan, aklı havada bir insanmışım gibi! (öyle miyim ulen yoksa?) 


Bakıyorum blogun ilk zamanları yazdığım yazılara, alakalı alakasız beynimde yer eden tüm konulardan, kitaplardan, şiirlerden, filmlerden, güncel olaylardan ne de güzel bahsedebiliyormuşum. Daha berrak bir zihnim varmış. Zamanla yazdıklarım daha çok şikayet etmelere, biraz daha karanlıklara sonra da sessizliğe dönmüş. Değişimi aslında sadece bloga bakıp görebiliyorum zaten. 


E bu kadar laf geveleyip de sonucu nereye bağlayacağım ben? 


Pek biryere değil aslında. Bunlar hepimizin yaşadığı şeyler. Kimse yaptığı işe bayılmıyor, kimse harika bir dünyada yaşadığını iddia etmiyor (ha öyle sanan bir grup insan "eveeeet" nidalarıyla dolaştı ortalıkta, o ayrı) ama görüyorum ki bu insanların bazıları, kendi hayatlarının rengini de soldurmuyor ki!? 


Özetle nasıl yapıyorsunuz canım kardeşim bunu? Bana bir anlatın hele. O enerjiyi, o mutluluğu, o neşeyi, o hevesi, o içten gelen herneyse onu nereden buluyorsunuz? Bana "zorla biraz kendini" derseniz bozulurum. Yeterince zorladım, olmadı. Hiçbirşey eskisi gibi uğraşmaya değer, anlamlı gelmedi. Benim merakım bu ruh halinden nasıl sıyrılındığı. "Benim de böyle bir dönemim olmuştu, sebebi şu şu şu olabilir, yolu yordamı şu şu şu olabilir, ya da radikal olarak bunu bunu yapman gerekir" gibi tavsiyeleriniz varsa başımın üstünde yeriniz var. Buyrun gelin, tarhana çorbası yapayım en kralından. 


Ha böyle birşeyiniz yoksa, söyleyin bana : 

Ben gerçekten "depresyon" denen şeye girmiş olabilir miyim?






P.S: Yazar bu yazısında "3 haftadır yaptığı diyet neticesinde 1 gram verememiş olmanın" haklı kızgınlığını yansıtmaktadır. 

Friday, March 30, 2012

Haya(l/t)

Sadece kitap okudugum icin para kazanabilecegim bir isim olsa, kotalar kitap uzerinden olsa... Ya da benim direk bir kitapci dukkanim olsa...

Thursday, March 29, 2012

Stuck in a moment

Edge'i Bono'dan daha çok sevdiğim kesin.

Bunun da U2'nun en sevdiğim şarkısı olduğu kesin.


Friday, March 16, 2012

Ziyandır yaşamak

Aslında bugün size komik birşeyler sunacaktım. Ama bugün tam da yemek yerken öğrendiğim bir haber yemeklerin boğazımda yumru yumru kalmasına neden oldu.

Bugün öğrendim ki bir kadın, çocuklarını saç kurutma makinası ile ısıtmaya çalıştığı, buna mecbur kaldığı için vazgeçmiş canından.

Bugün öğrendim ki iki çocuk, anneleri onlara bakamadığı için, ruhen güçsüz bırakıldığı için annesiz kalmışlar olası anılarını biriktiremeden.


Monday, March 12, 2012

İçten gelen

Son zamanlarda içinizi şişirdiğimin farkındayım. Bireysel konuşuyorum çünkü garibim Cenk'in sesi soluğu zaten pek çıkmıyor.

Bugün blog geçmişimize şöyle bir baktım da... Ne güzel yazılar yazıyormuşuz, ne güzel anlarımız, ne güzel anılarımız olmuş.

Sizi özledim ahali!

Tanya'yı özledim, sevgilisini özledim, SED'i özledim, telefon saçlının şeftali yanaklı annesini özledim, Special K'yı özledim, Flying Dutchman'i özledim, Varol Döken'e hasretim, Fery'ciğimi özledim, Sinem'i özledim. Ne bileyim adı aklıma gelmeyen nicelerinizi özledim...

Sizinle ne güzel bir iz bırakıyormuş insan hayata!

Sevgiler benden olsun, istemezdim içinizi sıkmak ama anlarsınız bilirim...

Hepinizi özledim işte.

:)

Sunday, March 11, 2012

Biraz yeşil, çokça beyaz







Kar, 


Göz yoracak kadar beyaz 
ve sağır edecek kadar sessiz 
oluşundandır seni sevişim. 

Ağaçlar, 

Karları sırtlanacak kadar güçlü 
ve bir sırrı tutacak kadar bilge 
oluşunuzdandır size saygım.

Thursday, March 8, 2012

Sarı laleler

Bundan 2 sene önce yorgun bir şekilde eve dönerken, içim elvermedi seni görmemeye o gün.

Dünyada çok daha fazla şey görmüş geçirmiş, sıkıntı yaşamış ve mücadele etmiş kadın var eminim. Ama benim hayatımda gördüğüm en emekçi kadın sen oldun hep. Benim için bugün en çok seninle kutlamaya değerdi.

Bir buket lale aldım yoldan. Bahar sarısıydı renkleri. Senin gülüşün gibi canlı, duruşun gibi dimdik. Arkama saklayıp çaldım kapıyı. Tam umduğum gibi sen açtın. Şaşırdın beni görünce.

"Kadınlar günün kutlu olsun annecim" dedim.
"Ne varsa kızımda var!" dedin,

yüzünde kocaman bir gülümsemeyle...

Hayatımda duyduğum en güzel, en mutluluk veren cümle...

Eve gelirken az önce, o günü, o anı düşündüm. Herzamanki gibi radyoda sevdiğim bir şarkı çalsın diye aranıp duruyordum. Tam eve varacakken, arabayı parkedecekken bu şarkı çalmaya başladı. Arabayı parkettim, şarkı bitti. Sen yollamış olabilir misin? :)

Özlemim giderek artıyor ve ben bazen ne yapacağımı gerçekten bilemiyorum. Benim kahramanım, hakiki kadın annem, bugünü en çok sana layık görüyorum. Seni kutluyorum.



 

Sunday, March 4, 2012

Bulutlar, sisler ve maviler

Kafam dağıldıkça dağıldı.
Sislerin, bulutların arasından yolumu bulmaya çalışıyorum.
Uçakla seyahat ettim çokça son günlerde.
Bulutların üzerine çıkıp gökyüzünün saf, berrak halini yakından gördüğüm anlar içime ferahlık verdi.
Kaybolduğum her an, her dakika, bu şekilde görebilmek isterdim yolumu.
Kafam böyle pürüzsüz bir mavi olsun isterdim.
Anlamını yitiren çokça şey var.
Bu çokça şey, günlük hayatımda çok fazla bulanmama neden oluyor.
Diyorlar ki zamanla düzelecek, eski haline döneceksin.
İstiyor muyum ki eski halime dönmek?
Halim var mı ki kabuklarımı tekrardan kuşanmaya?
Bu kabuklar değil mi sırtımdaki yükü giderek ağırlaştıran,
hayata, acıya, sevince dokunmayı zorlaştıran?

Birine iki kelime laf ederken binlerce kez düşünmem değil mi beni bu kadar yoran?

Üzülmek ne kadar da boş ve ne kadar da güçsüz birşeyleri değiştirmek için.
Mutlu olmak ne kadar kısa ve hafif.

Ben iyiyim. Yani çoğunuzun bildiği anlamda iyiyim. Coldplay dinleyebilecek kadar.
Beni hiç görmemiş olanlarınız merak ediyor. Mutluluk verici. Teşekkür ederim.

Yeni bir bilgisayar aldım. Tamamen bana ait olan, işle pisletmeyi çok fazla düşünmediğim...
Belki daha sık yazarım artık.

Selamlar...

Friday, January 13, 2012

Kalan

Banyoda, coşkuyla akan suyun altında, milyonlarca su damlacığının arasından kendi gözyaşını ayırt edebilecek kadar şuurlu oluyor insan.
Bunu farkettiginde ise kendine de, başkasına da inancını kaybediyor. Yaşadığını düşündüğü acı, mor bir duman olup yabancılaşıyor.
En çok uyuduğum halimi seviyorum, tabi uyumayı başarabildiğim zamanlarda.
Benim bile müdahale edemediğim bir zihinle yapabildiğim tek eylem.
Basıma gelecekleri bilemediğim icin uyumaya korkuyorum.
O dünyadan çıkıp şuurumla yüzleşmemek içinse uyanmaya...
İnanmak cok tehlikeli. Tum gerçekliğinden koparıp insanı, aynı gerçekliğe sertçe vuruyor.
İnanmamak daha tehlikeli, beş duyuyu da sorgulatıyor.
Bu gitgellerle ben, iki yıl önce yazdığım şiirdeki toz tanesine benziyorum bu aralar.
Ya da birinin yanağında buharlaşmış gözyaşından kalan,
bir tuz tanesi.