Sunday, August 23, 2009

Bir sabah hikayesi

O sabah da erken kalkmıştım hemen her sabah olduğu gibi. İçimdeki saat anlayamadığım bir dakiklikle ezan sesinden biraz önce uyandırır beni, sanki ezan her gün aynı dakiklikle okunuyormuş gibi. Henüz tan yeri ağarmamışken sabahın o vaktindeki ezan sesi çok etkiler beni, huzur ile hüznü aynı anda hissettiğim garip bir duygu yaşatır bana; huzurda bir hüzün ya da hüzünde bir huzur bulurum. Birbiriyle bağdaşamaz bu iki duyguyu birlikte hissetmemin sırrı nedir? Müezzinin hançeresi mi? Saba makamının ruhaniliği ya da başında okunan “sala”nın semavi etkisi mi? Bilemem, belki de sır ezan sesinin sabahın erken vaktinde henüz uyanmamış boş şehrin semasındaki aksisedasındadır. Hangi nedenden olursa olsun sabah ezanı her zaman semavi, her zaman ulvi ve her zaman dokunaklı gelir bana.
Saba sözcüğü klasik Türk müziğinde bir makamdır, “sabah rüzgârı” anlamına da gelir. Saba esintisi saba makamında okunan sabah ezanını minare şerefelerinden alıp henüz insan gürültüsüyle bilfiil işgal olmamış, uyuyan şehrin sokaklarından semaya taşır. İnsandan ezan sesi gök kubbenin göremediğimiz, bilemediğimiz bir yerinde belki de sidretül müntehada yani vücutsuzluk âlemi denen yerde ilahi bir süzgeçten geçerek detonesi, sürtonesi düzeltilmiş, mekanik artıklardan ayıklanmış, içine huzur ve hüzün katılmış ve artık okunduğu insanın sesi olmaktan çıkıp ilahi bir sese dönüşmüş olarak şehrin sokaklarına geri döner. İşte, sabah ezanındaki hüzünlü huzurun “esbab-ı mûcibesi” budur bence.
Belki de bu nedenle sabah ezanı hangi sesle ve nasıl okunursa okunsun hep güzel ve hep etkileyicidir; belki de bu nedenle farklı inançlar ya da inançsızlıklar bile bu “etkileyiciliği” etkileyemez ve belki de bu nedenle ezan sesi gönlümüzü huzur ve huşu ile doldururken gözyaşı pınarlarımızda yaş ve de gözlerimizde nem olur. Ben, yüce duygularım üzerinde hiçbir ayinin ya da tefekkürün sabah ezanı kadar etkili olabileceğini sanmıyorum. Sabah ezanını dinlerken, saba esintisinin sanki beni de alıp ruhumun saflaştığı, incelip şekillendiği ama bir o kadar da güçlendiği sidretül müntehaya götürdüğünü ve Allaha yaklaştığımı hissederim. Bitmesin dediğim bu esinti biter ve huzur ile hüzünlenerek insanlığıma geri dönerim, sanki tam da tanrılaşacakken.
Tabii sabah ezanı her zaman aynı duyguyla etkilemez beni, bazen de sevdiklerimi düşünürüm; en sevdiklerimi, en sevdiklerimden kaybettiklerimi, en sevdiklerimden en erken kaybettiklerimi düşünür, hüzünlenirim. Hatta bazen sadece hüzünlenmek yetmez, ağlarım da. Ağlamak deyince, öylesine değil! Hüngür hüngür ağlarım, yani bardaktan boşanırcasına, yani buram buram hüzünle ağlarım. Bazen de ağlamam, sadece yaş gelir gözlerimden. Bu kadar gözyaşı nereden gelir anlayamam. Beynimizin alt tarafıyla göz çukurlarımız arasındaki meçhul bir yerde gözyaşı sarnıcı olması lazım; yoksa nereden gelecek bu kadar gözyaşı hem de 1–2 saniye içinde. Bazen de kızarım kendime, ağlamak için bahane mi arıyorum diye. Kızgınlığıma hak verdiğim zaman açarım televizyonu, eski maçlardan birini seyrederim ya da bıkkınlık veren açık oturumlardan birinin tekrarını. Öylesine seyrederim, sanki vaktimi boşa geçiriyor ve zamanı boşa harcıyormuşum gibi, ama öyle değildir aslında; üzgün, mutsuz ve salya-sümük ağlayacağım zamandan kazanmış olurum. Üzülmem o nedenle “varsın zamanım biraz da boşa geçsim” derim. Böyle durumlarda kural olarak, katiyen eski bir Türk filmi seyretmem, çok tehlikelidir. Fondaki ezan sesine aniden esas kızın ya da esas oğlanın tanıdık, titrek ve acıklı sesleri karışır, bir de bakmışınız ki “nayır, nolamaz ve reca” sözcükleri arasında hüngür hüngür ağlayıvermişsiniz hem de bu sefer aptalca ve hiçbir şey düşünmeden.
Bu girişi yapmamın nedeni, geçen sabah da erkenden uyanmamdır. Ama bu seferki uyanmam içimdeki saatin ezan sesini sezen ayarından değil, benim ayarımı bozan tacizden! Uykumda ayan beyan, taciz edildim. Önceki akşam altmışlı yıllardan eski ama güya solcu arkadaşlarımla (68 kuşağı lafından nedense hiç hoşlanmam) buluşmuş, içki içmiş, sohbet etmiştik. İçkiyi de tadında bırakıp, gecikmeden eve dönmüş ve hemen de uykuya dalmıştım. Tiz ve keskin bir imami sesden ürktüm ve aniden uyandım. Hani silahı olan aniden elini beline atar ya, öyle bir ses. Ben de aniden elimi silahıma attım (bu kısmın devamı yazının sonunda).
İmami ses ince ve yumuşak olur; dili damağa yaklaştırarak gırtlaktan gelen sesin önemli bir kısmını “nazo-farinks” dediğimiz burun boşluğuna doğru maharetle iterek çıkartılır. Herkes çıkaramaz bu sesi, hem kabiliyet hem de ciddi eğitim gerekir. Ama kabiliyetli ve de eğitimliyseniz asıl sesiniz ne olursa olsun, farz-ı misal bas bariton bir sesiniz de olsa imami sesi çıkarabilirsiniz. Zaten bu sesi çıkaramazsanız ilim ve irfanınız ne olursa olsun imam olamazsınız. Olmaz yani, yapmazlar! Yapmazlar derken “devlet” le alakası yoktur yani! Kamuya ait cemaat alanlarında olmaz yani! Yoksa yani, git kendi evinde kime imamlık yaparsan yap yani!
İşte bu “yani” li konuşan tanıdık ses tarafından taciz edildim. Sonra başka sesler de karıştı, külhani tavırlar, tehditler falan! Benim de çok ipimeydi ya! Ama uyumama imkân yok, kendi akıllarınca suçluyorlar beni, biri bırakıp diğeri alıyor. Çaresi yok, mecburen dinledim.

Yok, biz küçük adammışız da
Büyük düşünemezmişiz.
Elimize ne fırsatlar geçmiş de değerlendirememişiz
Verseler iki koyunu güdemezmişiz

— Ne demek bu!

Eski solcuymuşuz ya, vizyonumuz yokmuş.
Fukaralıkta eşitlikmiş, dediğimiz.
Fikirlerimiz solmuş, beynimiz donmuş.
Yenidünya düzeniymiş akıl erdiremediğimiz.

— Hikâye bunlar be kardeşim, geç, uyuyacağız!

Laiklik dermişiz de tarifini bilmezmişiz
Tevhidi tedrisatı devrim sanırmışız
Demokrasiden anlamazmışız, Jakobenmişiz
Maymundan Darvin’i de evrim sanırmışız

— Hadi canım sende!

“Ayinesi iş”miş ya kişinin Ziya’dan beri
Bizde olmayan, rütbe-i aklımızın eseri
Boş lafmış, laklakıyatmış dediklerimiz
“Kıl-ü kal” imiş Fuzuli’ye göre ilmimiz

— Ne diyorsun be sen, çeyrek entelektüel!

Dolamışız dilimize bir misakı milli
Kafamıza da takmışız bir üniter devlet
Zaten hıyanetimiz Ergenekon tescilli
Devlet dediğimiz de derin musibet

— Uzattın be arkadaşım, kessen acaba!

Zaten hep böyleymişiz biz, sıkışınca
Aba altındaki sopamızla
Seçimle olmayacağını anlayınca
Konuşmaya başlarmışız Ergenekonca

—El cevap:

—Anlıyorsan mesele yok a pezevenk
—Sana en uygun cevap Neyzenden pelesenk
— Sui niyetinizle bok ettiniz işi
—Ağzına sıçıldı halkın hem skldi geçmişi

—Dünya serbest pazarında puşt oldunuz hepiniz
—Açmışız bağrımızı feryat ederiz
—Bir tutsa da bedduamız yansa cümleniz
—Söndüren itfaiyenin hortumunu skrz

… bir hışımla ben de aniden elimi silahıma attım, karanlıkta imami sesi arıyorum. Yengenizin sesiyle irkilip uyandım. “ Napıyorsun gecenin bu saatinde ve de bu halde? Ayıp değil mi?” Utandım, hem de çok utandım, bi de üstelik utandım da. İnsan, 40 yıllık karısı da olsa utanıyor. “ Yarın olsa da gene ezan sesinden evvel uyansam, ezanı dinlesem de huzur ile hüzünlensem, gene hüngür hüngür ağlasam, hatta Türk filmi izlesem de ağlasam ve de kendimi aptal hissetsem bundan iyidir” diye düşündüm utancımdan.
Hadi bakalım!

3 comments:

Sebnem'den said...

Bu kadar güzel anlatılamazdı,yazılamazdı..
Ellerine sağlık Tubik..
Yüzümde harika bir gülümseme ile okudum..Hala gülüyorum...

tubik said...

@ Şebo!

Bu yazıyı bizim babamız yazdı :) Duyurusunu yapmamak bizim hatamız oldu, artık babamız da aradabir değerli düşüncelerine, yazılarına, birikimlerine yer verecek burada.. Sizlerle birlikte bizler de keyifle okuyacağız..

"bensizinbabanızım" ismiyle ve "babadan" etiketiyle yer alacak yazılar...

Sebnem'den said...

Oooooooo..Baba'da süper desene..Aile boyu yetenek:)))