Saturday, December 26, 2009

Saat

Bu an,
uzun zaman sonra
kendime çaldığım
kısacık bir andır...

Monday, December 21, 2009

Psikocinsiyet

Her ne kadar karıkoca bir blog sahibi olsak da kadın erkek ilişkileri ile ilgili pek birşey yazmıyoruz buralara. Nedenini bilmiyorum, belki bu konuyu sorgulamaya pek de ihtiyaç duymadığımızdandır. Yine de bu "Erkekler Mars'tan kadınlar Venüs'ten" iddiasını çürütmüyor.

Gerçekten bambaşka yaratıklarız. Akıl sağlığımdan şüphe etmemeniz için insan ırklarının ayrımının çekik gözlü, siyahi, kızılderili, vs gibi olmadığı, bambaşka bir ırk ayrımı olduğuna dair iddialarımı ve bu konudaki kişisel tespitlerimi detaylandırmayacağım ama benzer birşekilde kadın ve erkeklerin de insan cinsi altında iki ayrı cinsiyete indirgenmesinin mantıklı olmadığını düşünüyorum. Bu çerçevede de kadın-erkek eşitliği de bir bakıma saçma görünüyor gözüme. Hatta zamanında biryerlerde bu düşüncemi "Kadın erkek eşitliği, komünizm kadar ütopik bir eşitliktir. Hayal etmesi zevkli, uygulaması imkansızdır. Kadın ve erkeğin ne fizyolojik ne de psikolojik anlamda eşit olması mümkün olmadığından sosyal hayatta da farklı roller üstlenmesi son derece olağandır. Asıl mesele insanların eşit haklara sahip olması ve bu haklardan eşit oranlarda faydalanabilme imkanlarının bulunmasıdır." şeklinde paylaşmışım.

Kadınlar ve erkekler arasındaki ayrımlar başta iletişim yöntemlerinde baş gösteriyor. Aslında bambaşka diller konuşuyoruz, anlaşabilmek için kullandığımız ortak dil beyinlerimizde ayrı ayrı nöronların uyarılmasını sağlıyor. Bu nedenle o "a" derken ben "b" anlıyorum. Anladığım şey hakkında "b" olarak geribildirimde bulunduğumda da haliyle o "a" olarak anladığımı düşünüyor ve biz güya iletişmiş oluyoruz. Ama iş pratiğe dönüşünce algıdaki farklılıklar idrak edilmeye başlanıyor ve gelsin kavgalar, gitsin veryansınlar.

Bence en büyük hatayı birbirimizi anladığımızı zannederek yapıyoruz. Bunu zannedip kendimizi kandırdıkça hayal kırıklıklarına uğruyoruz ve uğradığımız bu hayal kırıklıkları da kalp kırıklıklarının kapısını çalıveriyor zamanla. En baştan kabullenebilsek başka dilleri konuştuğumuzu, böyle bir erdem genlerimize doğarken işlenmiş olsa sorun kalmayacak. Sonuç olarak en iyi yaptığımız şey içgüdüsel olarak vücut dilini kullanmak değil mi? Belki bu tüm iletişim problemlerine deva olacak. Belki tabu bile yaptığımız bu takım şeyler birçok problemin kökünü kurutacak da farkında değiliz.

Yurdum gençlerinin Alanya'da sarışın soğuk memleket kızlarıyla kurduğu iletişimin dayandığı açıklama da buna uygulamalı bir örnek teşkil etmiyor mu aslında?

Saturday, December 19, 2009

Kar

Yılın en güzel anı karın ilk düştüğü andır. İşte o an bu an...

Geçen gün dileklerimi sıralamıştım ya..

Al bi tane daha: Yılbaşında heryer bembeyaz olsun.. Ama kimse üşümesin.

Friday, December 18, 2009

Vatandaş Halk

Bilmiyorum Show TV anahaber bültenini izliyor musunuz ama bültenin son 5 dakikası "Arka kapak" adında bir bölüme ayrılmış. Bu bölümde gündem olayları ile ilgili Ali Kırca'nın yorumlarını dinliyoruz. Ancak bu yorumlar alıştığımız bülten sonu yorumları gibi değil pek. Alı Kırca'nın yumuşak sesiyle, konulara daha bir duygusal daha bir birlik beraberlik ve iyi niyet çerçevesinde yorumlar getiriliyor. İzlemenizi tavsiye ederim.

Dün akşam da Vatndaş (!) Halk ! başlığı ile bir bölüm hazırlamışlar. Bu hafta sıklıkla haberlerde gördüğümüz manzaraların üzerinden yumuşak görünümlü ama özünde sert bir biçimde geçti. Yanılmıyorsam 40'larda ya da 50'lerde gazetelerde şöyle bir manşet yer almış "Halkın hücumundan vatandaş denize giremedi".

Uzunca süre sorgulanmış bu kavramlar. Vatandaş kim, halk kim? Ali Kırca o dönemde bu kavramların ayrı ayrı kullanılmasının normal olduğunu, vatandaş kelimesinin tanımında daha elitist bir zümreyi barındırdığını belirterek çeşitli yasa ve sosyal hukuk değişimlerinden sonra bu kavramların uzunca süredir aynılaştığını da ekledi. Artık vatandaş da halk da aynı ülkede yaşayan insan topluluğu, yurttaş demekti. TDK'ya baktığımızda vatandaş kelimesinin karşılığı "yurttaş", halk kelimesinin karşılığı da "Aynı ülkede yaşayan, aynı kültür özelliklerine sahip olan, aynı uyruktaki insan topluluğu". Ben arada bir fark göremedim.

Bu çerçevede baktığımızda Ali Kırca'nın değindikleri büyük önem ve ciddiyet taşıyor aslında. Devlet demiryolları'nda yapılan eylem sebebiyle yolundan olan ve buna isyan eden kişiler de halk, bu eylemi yapan işçiler de. Haklarını savunan Tekel işçileri de vatandaş, panzerlerle su sıkan polis memurları da. Herkes evine gittiğinde haberlerde devletin aldığı kararlara, doğalgaz zamlarına kızıyor. Herkes yapılan açılımın götürülerinden şikayetçi. Geçenlerde yine tv de bir alt yazı vardı "Polis itfaiyecilere su sıktı" diye. İronik değil mi sizce de?

Bu karmaşada, bu kadar karamsar olaylar yaşanırken, işçilerin isyanından rahatsız olan diğer halk da başka bir gün başka birşeye tepki göstereceğinin bilinciyle hareket etmeli değil mi?

Aslında bizim aramızda oluşması gereken hoşgörü, destek ve birlik güdüsü vereceğimiz mücadelelerde bizi toplu olarak daha kuvvetli yapmaz mı?

Bu noktada Ali Kırca da konuyu iyi bir şekilde bağladı. "Herkes sokaklara dökülüp eylem yapsın demek değil tüm bu sözler, sadece birleşerek hoşgörü göstererek daha iyi günleri görebileceğimizden" mealinde bir açıkalama ile toparladı..

Güzeldi.. Sevgi kelebeği gibi görünse de haklıydı..

Wednesday, December 16, 2009

İyi dilekler ülkesi

Yok yok Hamdi Koç'un kitabıyla alakası yok.. Yeni yıl geldi ya ondan. Dilek zamanları yaklaştı. İnsanın dileklerini umutlarını bir güne bağlaması saçma görünürde ama dilek dileme ve bu dileklere bağlanarak heyecan duymayı unutmuş benim gibi bünyeleri zorlama anlamında önemli bu yılbaşları. Yaşım daha küçükken bir görev bilip günlük dileklerimin haricinde büyük büyük listelerim olurdu Noel Baba'dan istemek için. Ama genelde Hıdrellez'lerde dilediklerimin gerçek olduğunu gözlemliyorum şimdi baktığımda. Olsun, kırmızı ışıklar altında, geldiğimizde bize büyük süpriz olan Tophane'nin rahat koltuklarında, tavla zarı şıkırtıları altında baktım hayat hala güzel. Tıpkı Cenk'le ilk tanıştığımız günlerdeki gibi...

Tophane'nin ( o ilk zamanlarımızda hergün gelmemizin etkisi de olabilir tabi) gizli bir gücü var bende. Koltuğa oturduğum an, beynime aynı tanıdık huzur yayılıyor. Sonsuza kadar kalkmadan burada yaşama isteği, girdiğim ruh halinden hiç çıkmama isteği, yolda çoktandır mırıldanmayı ihmal ettiğim şarkıları dinleme isteği...

Şimdi de bu minik kaçamak sayesinde dilek dileme isteği basmış durumda. O halde fazla gecikmeden, ertelemeden, yeni yılın bana sunmasını istediklerimi sıralıyorum. Noel Baba'nın bacasız evimize balkondan gireceğini, hediyelerini gitarların arkasındaki kırmızı kedi yatağına bırakacağını umarak...

** Huzur. Yengeç burcu oluşumdan mı, genetik mirasım olan bir melankoliklikten midir nedir, zor huzur bulan bir bünyenin yakarışıdır bu. Mutlu ya da mutsuz olmakla alakası yoktur huzurun. İçimdeki farklı seslerin sakinleşmesi, tek olması değil belki ama sırayla konuşmalarıdır huzur adına dileğim. Sonuçta biliyorum ki "Baksana güneş açtı, yüzünü dön de gözlerinden içine kadar girsin" diyen sevgi kelebeği sesim konuşsa da, "Lanet olsun, hiçbirşeyi beceremediğin gibi bu mutsuz, yalnız dünyanda boğularak öleceksin" diyen korku ötesi sesim bastıracak onu. Sonra biryerden "Yeter ulan, amma gürültü yaptınız, al bi kitap oku işte, şımardın iyice" diyen kabadayı halim de susturacak hepsini... Sadece sükunet olsa bazen, ben de hepsinin derdi ile tek tek uğraşsam... Belki plan bile yapar hale gelebilirim kim bilir? Belki sevmeyi bıraktıklarımı severim yine?

** Sağlık. Kalbim bu aralar rahat bırakıyor beni allahtan. Bir ara müziğe merak sarmış, uzunca bir ergenlik dönemi geçirerek isyankar ritimlere dalmıştı. Şimdilerde 4-4'lük ölçülerde dinlemesi kolay, çalması kolay bir hal aldı gitti. Olsun, sağlık önemlidir. Kalbimi tebrik ediyor ve bu yolda ilerlemesini diliyorum.

** Düzen. İlk dileğime bağlı olarak nükseden bir başka dilek. Hangisi hangisini tetikliyor bilmiyorum ama plan yapabilmek bu plana bağlı olarak düzen kavramını sindirmek en büyük dileklerimden. Gerçi bunu dilerken şunu hesaba katmıyorum : Düzenli bi insan olduğumda ben ben olur muydum?

** Sosyallik. En övündüğüm özelliğimdi güya insanlarla kolay iletişim kurabilmem. Şimdi bakıyorum da, nedense biraz kapatmaya başlamışım kendimi. Herkesi en çok arayan benken zamanında şimdilerde vefasızlığım ele almış dizginleri. İletişim kurmayı geçtim köşe bucak kedimin göbeğinin altına gömmüşüm kafamı o uyurken.

** Müzik. Yukarıda da ipin ucunu vermiş olduğum gibi, hayatımın en mühim zamanlarını müzikle doldurmuşken, şimdilerde vefasızlığımı ona da gösteriyorum. Radyoda sevdiğim bir şarkı çıktığında bu sebeple aç kurt gibi atlıyorum üzerine. Onda bile bağıra çağıra eşlik eden ben, ancak acil durumlarda mırıldanma aşamasına geçebiliyorum.

** Aşk. Flash flash! Cenk - Tubik aşkı çatırdıyor mu? Az sonra! Dan dan daaaan! Yok be yok korkmayın hemen! :) Bize kolay kolay bişey olmaz. Sadece şunu görüyorum ki son zamanlarda tipik kadın reaksiyonları göstermekte kalbim. İlk 5 ayımızı çok özlüyorum (Hadi Cenk ne demek istediğimi anladığını söyle!). Hem de çok... Hala Cenk'in saçlarındaki beyazlarda erir giderim ben, o ayrı :)

** İş. Şu aralar aramıyorum bile iş miş. Daha önce yaptığım işlerin hiçbirini yapmak istemiyorum. Benzerlerini de. Bu işsizlik beni acaip düşüncelere sevk etti. Hayaller peşinde koşma hatasına düşüp rezil rüsva olmak da var işin ucunda. Hatta böyle riskli bi durummuş gibi rahat bahsediyorum ama risk falan yok ortada bildiğin kör hayalperestlik var. Biri beni çağırsa mesela, "Gel tamam öğreticem ben sana ne nasıl yazılır, neye çalışman gerekir, şu cahilliğin nasıl giderilir" diyip yanına yamak olarak alsa beni, biraz da maaş alsam, metin yazarı olsam, bişeyler öğrensem, şu beynimdeki seslerin kriptosunu yazarak çözsem. Belki bir gün de gerçekten yazar olsam. Derken uykumdan uyanıp yere çakılsam :) yok be çakılmasam... Gerçek olsa? Ben yine aynı işlere dönmek zorunda kalmasam...

** Eğlence. Her ne yapacaksam, eğlenerek yapayım. Mecbur olduğum şeylerde bile eğleneyim. En azından eğlenebileceğim bişeyler bulmayı becerebileyim. Gamlı baykuş misali ağlanmıyım da ucuz kişisel gelişim kitaplarından fırlamış gibi olayım mesela. Sürekli motive! Come on, come on miiyeeeeeennnnn!

** Güzellik. Ben eskiden güzeldim NOKTA!

** Seyahat. Londra kesmedi beni Noel Baba. Yer de kaplamaz, çuvalın içine zahmet olmazsa iki kişilik Amsterdam, Roma, Los Angeles, Monte Carlo biletleri atsan ? Tamam yeaaa ben Doğu Karadeniz turuna da razıyım :)


** Gitar. Gibson Les Paul istiyorum! Kendim için değil, Cenk için. Kafamın şişeceğini bilsem de, sırf ondaki o mutluluğu görmek için istiyorum. Yeni yılda dilek dilemeyi de unutacak, biliyorum. O yüzden ben istiyorum. Kurdelasını ben takıp ben vereceğim :)))))) Sonra da muhtemelen yarım saat kadar zıplarız zaten...

** Spor. Ufak ufak başladım işsiz olduğum için. Ama geçenlerde yine aç kurt misali sitemizin gerçek ev hanımlarıyla zaman geçirme pahasına ayrobik dersine saldırdım. Sonra ne mi oldu? 4 gün yürüyemedim :D Ama Ebru Şallı'nınkinden bile havalı spor matım var. spor yapsam hergün, yapabilecek kadar zamanım olsa. İş bulursam o işin saatleri ve yeri buna uygun olsa!

** Para. Üzgünüm ama parayla saadet öyle bir olur ki! Şahsen Ford Mustang GT 500'ümle benzin kaygısı olmaksızın gezinmekten büyük saadet, Ford Mustang GT 500'ümle Cenk'i de alıp gezmek olabilir :D Bunun için de para gerekir. Ama birbirinden tutarsız hayaller bunlar, mesela birinin yanına yamak olarak girme hayalim gerçek olursa Mustang'in sağ ön farını ancak alırım bir sene biriktirdiğim parayla :D Ama sen Noel Babasın belki numaralarını önceden gördüğün bir sayısal kuponu bırakırsın? Kim bilebilir ki?

** Bisiklet. Bunu olağanca saflığımla Noel Baba'dan istiyorum. Sadece o getirirse mutlu olacak bir çocuk gibi. Benim hiç bisikletim olmadı biliyor musun blog? Ya kuzenimin amortisörlü, arkası uzun deri koltuklu 4 vites bisikletini aldım mirasçı olarak, ya da abilerimden kalma ince tekerlekli yarış bisikletini. O çok özendiğin kalın gövdeli dağ bisikletlerine hiç sahip olamadım. Babam ilkokulda şunu sorardı bana " İyice düşün, org mu istiyosun, bisiklet mi? İlkokulu bitirdiğinde birinden birini alacağım" Son 3 seneyi bunun kararını vermeye çalışarak geçirdim, ama ikisini de alamadılar. Canları sağolsun :) İşte bu yüzden geleneği sürdürme için utuyorum bu dileği, o bisiklete binmek için değil :)





Farkettim ki bende dilek bitmez blog... Son olarak ailemi diliyorum.. Herzaman benimle olsunlar, herzaman mutlu olsunlar diye. Gözlerindeki en küçük pırıltı beni tüm karışıklıklarımdan sıyırıyor. Sabrina gibi o anı dondurmak istiyorum...

Bir de buraya kadar sabredip bu yazıyı okuyan herkesin temiz kalpli hayali gerçek olsun Noel Blog!

Ben hazırım, balkondan gelmeni bekliyorum :) Kapıyı da hafif aralık bırakıyorum yatarken :)

Tubik Tophane'den diliyor, Noel baba, sendeyiz...

Saturday, December 12, 2009

Bitsin

*** Mehmet Ali Alabora'lı itici banka reklamları bitsin! İnce bacakları ve geniş omzuyla paytak paytak yürümesi ve hızlıca konuşarak izleyeni yormasından rahatsız oluyorum.

*** Vanish Kosla reklamları bitsin. Ama adama üzülürüm bak. Sanki lekeleri çıkartmak ve o pembe tshirtü giymek için doğmuş gibi. Başka karaktere oturtmak çok zor olacak.

*** Açılım! Bitsin! Hem de hemen! Kapanmaya bu kadar merakı olan adamların açılmaya da bu kadar merakı olacağını kim bilebilirdi ki?

*** Yaprak Dökümü şu anda bit! Sürekli ağlayan suratlarla izeyen şu toplumun içini kuruttunuz! Ne menem ne lanetli aileymiş be! Cenk'in geçenlerde ailenin kızlarından kızıl saçlı olanı için yaptığı yorum şu oldu " Aaa kız dizide yaşlanmış resmen. Sürekli ağlamaktan yüzü kırışmış, dudakları aşağı bakmaya başlamış."

*** "Herkese bi halley oluyo" diyen sevimsiz çocuk! Bit ve git..

*** Unutulmak isteneni hatırlatan, kafamı karıştıran, ağlatan, mutsuz eden, yoran, bıktıran, arkası yarın olan rüyalarım. N'olur bitin artık.. N'olur!

*** Köşe yazarlarının büyük kısmı bitsin. Köşesini hangi amaç için kullandığı belli olmayan, medyatik böcekler haline gelme heveslisi tüm köşeciler, sözüm size!

*** Köşe deyince, Hıncal Uluç'un futbol yorumlaması bitsin. Artık abarttı geçenlerde "Antalya maçında Riijkard'ın yerine Gassaray'ı ben yöneteyim, aradaki farkı görün. Bu kadar futboldan anlamayan, teknik direktörlük bilmeyen bir adamın (Riijkard'a diyo) Gassaray'ın başında ne işi var anlamak mümkün değil. Ben yöneteyim de görün" dedi adam! Allah'tan Rıdvan'dan ayar gecikmedi, "Maç banttan olursa çok iyi yönetir" dedi.

*** Kadınlara özel sorunlar bitsin. Menapoz, regl, kıl tüy, selülit, etc. etc. Tıp, bu kadar mı yavaşsın?

Yazacak bişey bulamayıp saçmalamak bitsin.. Ahan da bitti :)

Wednesday, December 9, 2009

Cenaze

Reşadiye'deki terörist saldırıda hayatını kaybetmiş şehitlerimizin cenaze namazları kılınıyor.

Türk Bayrağı'na sarılmış naaş omuzlarda taşınıyor.

Binlerce kişi "Şehitler ölmez vatan bölünmez" diye bağırıyor.

Yine üzülüyoruz. Yine ağlıyoruz.

Bakıyorum da bir yandan ağlayan kadınlar önlerinden geçen tabutu cep telefonlarıyla kameraya alıyorlar. Acaba neden? Unutmamak için mi? Yoksa konu komşuya göstermek için mi? Neden? Nasıl?

Camidekiler evlerine dağılacak, bizler kanalı değiştireceğiz, akşama acıkıp yemek yiyeceğiz. Acımızı unutacağız, ta ki bir başka 7 gencecik çocuğu kaybedene kadar.

Kısa sürede unuttuğumuz acı ne kadar gerçektir ki?

Biz anlıyor muyuz acaba gerçekten olanı biteni, durumun ciddiyetini?

Anlamamıza rağmen mi böyle şeylerin başımıza gelmesine müsade ediyoruz?

Birilerinin oğlunun gemiyle gezerken şehit olma ihtimali bile yokken, bizleri anlayıp ona göre yönetmesini nasıl bekliyoruz?

Allah rahmet eylesin diyoruz, başka birşey diyebiliyor muyuz?

Belki bir de "Vatan sağolsun"...

Tuesday, December 8, 2009

Televizyon

Evdeyim ya birkaç gündür.. Televizyonla haşır neşir olmaya başladım. Çalıştığım dönemde böyle bir şansım olmuyordu pek. Bir iki tane takip ettiğim program/dizi vardı, onun dışında pek kullanılan bir araç olmadı televizyon benim için. Ama şimdi daha fazla samimiyet kurma gibi bir şansımız (?) oldu kendisiyle.

Birkere şunu söylemeliyim ki gündüz kuşağı benim en son bıraktığım hale göre almış yürümüş. Bambaşka yüzler, bambaşka konular. Bir Seda Sayan yok şu televizyonda. Oysa ben Seda Sayan'ın kameralara bakıp "bacım" diye beni de içeren bir kadın güruhuna seslenişini izleyecektim. Göbek atacaktı, Özcan Deniz'i konuk edip yerlerde yuvarlanacaktı hani! Yok anacım yok, sebebini de bilmiyorum, gitmiş Seda'm Sayan'ım.

Yerine ne idüğü belirsizbir takım mahkeme içerikli cani programlar gelmiş. Hele bir tanesine koptum : Serap İzgü'nün müthiş programı, Suç ve Ceza! İlk başta idrak edemedim. Digitürk'te dolanırkan, kanal değiştirdiğinizde altta mavi bir bant çıkıyor ve program adı yazıyor ya, orada gördüm Suç ve Ceza yazdığını. Ben de şu aralar Dostoyevski'nin büyük eserini okuyorum. Şaşırarak kanala takıldım. Bir de baktım ki Serap Ezgü oturtmuş birilerini, yok o kız niye öldüi görgü tanığının çektiği videoda çiftin tartışmaları açıkça görülüyor muydu falan filan.. Sanırsın CSI ! Cem Yılmaz'ın dediği gibi, Kaynım bana atladı, amcam kaynıma atladı, muhtar olaya karıştı sonra tüm mahalle tren yaptık!

İzdivaç programlarına değinmek bile istemiyorum ama korkarım kısa da olsa değineceğim. Ben çocukken önce Nurseli İdiz'in sonra da Şebnem Dönmez'in sunduğu Saklanbaç diye bir program vardı. Paravanın bir tarafında seçici biri, diğer tarafında karşı cinsten üç aday yer alır. Seçici çeşitli sorular sorar."Ne tür müzik dinlersin?" "Adaya düşsen yanına ne alırsın ?" falan. Sonunda soruların cevabına göre biri seçilir ve çift nezih bir lokantada akşam yemeği yerdi. Eğlenceliydi. İşte bu yeni dönem izdivaç programları bu eski Saklanbaç'ın hardcore horror versiyonu. Çıkacak tiplerin program başında kısa tanıtımları yapılıyor. Sağda resimleri, solda ise minik özgeçmişleri :

ALİ
57 yaşında
Eşi vefat etmiş
2 çocuğu var
40-50 yaş arasıile evlenmek istiyor
6 evi var


Program genelinde en çok önem verilen kısım anladığım kadarıyla son satır. Kısacası mal mülk kısmı. Bunun üzerine ne pazarlıklar, ne kavgalar yareppim!

Bir iki günü bu ve benzeri korku dolu programlarla geçirdim. İşin en korkunç tarafı ise yanlışlıkla televizyonu açtığınız anda gözlerinizin bir spirale dönüşerek dönmesi ve hipnotize olmanız. Kapatamıyorsun arkadaş televizyonu! Nasıl bir uyuşturucudur anlamış değilim. Karar verdim, gün içinde evde zaman geçireceksem kesinlikle açmıyorum! Yoksa tüm gün gidiyor, bir bakmışım ben koltuktan kalkmaya birkez bile fırsat bulamamışken Cenk eve gelmiş bile.

Akşamları ise durum minik bir parça daha farklı. Bir sürü dizi var. Her yaşa her kitleye hitap eden diziler. Acıklısı da var, gençlik dizisi de var, ağır abilisi var falan. Evet bu dizilerin de genelinin kısa zamanda b.ku çıkıyor ama en azından Türk yönetmenler kamera ve çekim teknikleri ile ilgili daha modern bilgiler edinmeye başladılar giderek, bunu görmek güzel.

Bu diziler arasında şimdilik severek takip etmeye çalıştığım iki tane dizi var : Biri Ezel. Diğeri de Bir Bulut Olsam. Bir Bulut Olsam merakımı Meral Okay'ı ve Melisa Sözen'i sevdiğimden çekti. Ancak izledikçe daha çok sevdim. Mardin'deki düğün katliamını işlemişlerdi bir bölümde mesela. İçimde hissetmiştim olayın vehametini. Ezel'i ise neden sevdiğimi hala anlamış değilim ama normalde dizilerde klasik "hikaye anlatmaya bayılan adam" figürüne kıl olsamda bu dizideki Dayı karakteri bana daha samimi geliyor benzerlerine göre. Bir de Cansu Dere gerçekten güzel kız. Beren Saat gibi topuklu ayakkabı üzerinde sincap gibi sekerek yürümüyor en azından. Oyunculuğu da fena değil bence.

Ama televizyon dediğinizde akan suların durduğu an Okan Bayülgen'dir. Sevmeyeni çoktur Okan Bayülgen'in. Ama ben gerçekten çok seviyor, çok takdir ediyorum. Bu kadar akıllı, pratik zekalı, donanımlı birinin show programı yapması beni mutlu ediyor. Şimdi bir de haftada üç güne çıkarttı program sayısını. Yeme de yanında yat. Hakkı Devrim, Erol Günaydın gibi devlerle olan iletişimi, onlara duyduğu saygı ve onların kendisine saygı göstermesi çok çok önemli. Ekibi de ayrı bir konu. Sanıyorum çok özgür hareket etme şansı tanınıyor bu genç ekibe. Yazdıkları metinler, hazırladıkları skeçler gerçekten çok başarılı. Ama Okan Bayülgen'in Serdar Ortaç'la ilgili Yeşim Salkım'a verdiği ayarlar sayesinde kendisine artık hayran olduğumu söylemeliyim. Açın youtube'dan izleyin. Biz milli maç seyreder gibi izledik ve sonunda da şampiyon olduk :))))

Olay yaratan tartışmada fitili yakan olay klip huzurlarınızda :



Okan Bayülgen'in ekibinden Özgür'dü yanılmıyorsam adı. Türk Pop Müziğinin şu anki dinamiklerini ortaya koymamış mı :)

Son olarak;

OKAN BENİ İŞE AL!

Friday, December 4, 2009

Ferahça yiyin...

Şu iki haftadır annem baya baya rahatsızdı.

Hayatımda iki kez işsiz kaldım. Birincisinde babam rahatsızlanmıştı, şimdi de annem.
Ne olduğunu da o kadar tahlil, ilaç, film vs denenmesine rağmen bir türlü bulamamıştık. Bugün çok değerli bir nörolog annemi muayene etti.

Şimdilik görünen o ki, sonlara doğru yazmaya başladığımız tuhaf senaryoların hiçbiri yok. Enteresan, tedavi edilebilir ve çok da ciddi olmayan bir hastalığı varmış. Doktorun sakince, tane tane, sebep sonuç ilişkisi kurarak anlattığı herşey içimi bir parça daha serinletti.

Üzerimden büyük bir yük ve sıkıntı kalktı. İş sadece ilaçlarını almada ve bir süre sonucunu beklemede. 3 hafta sonra kontrol var. Umarım herşey daha da iyi olur.

Tavsiyem odur ki; her başınız ağrıdığında bir ağrıkesici hüpletmeyiniz. Migreniniz varsa doktorunuzun verdiği migren ilacını kullanınız. Ne olursa olsun hiçbirşey sağlığınızdan kıymetli olmadığı için kafanızı abuk subuk şeylere takmayınız. Burun açıcı damlalardan mümkün mertebe kaçınız.

Bugün de böyle geçti işte. Biraz yorgun, biraz mutlu.

Yazın annem zorla meyve yedirme seanslarında genelde "ferahça yiyin yavrum işte" der. Onun gibi oldu, içim ferahça :)

Thursday, December 3, 2009

Mavi duvar

Saçlarından süzülen sıcacık su büyük bir iştahla aşağı akarken, kafasını banyo duvarına dayayıp ağlamaya başladı. Hıçıkırıkları suyun ve ısıtıcının gürültüsüne karışıp akıyordu banyo giderine doğru. Fayansların bittiği yerden başlayan ucuz mavi boya, nemden kabarmış, yer yer küflenmişti. Neden burada olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Onu buraya ve bu hale ne getirmişti? Başını duvardan ayırmadan, aşağı dönük olan gözlerini açtı. Ayaklarının etrafında dolanan pembeye dönük suya baktı. Parmaklarının arasında hovardaca dolaşan, ama eninde sonunda, oluşan girdaba katılıp yerin dibini boylayacak, belki bir yerde denize karışacak suya. Gözleriyle yavaşça ayaklarından bacağına doğru gezinmeye başladı. Akan su buralarda pembe değil kırmızıydı. İçini kaplayan korkuyu durduramadı. Bunu nasıl yapmıştı ki? Nasıl yapabilmişti?

Başına gelenlerden değil, başının kendisine getirdiklerinden korktu. Korktukça ağladı, ağladıkça hıçkırıkları haykırışa, haykırışları çığlığa döndü. Sanki kendi etini sıkıştırırmış gibi sıkıştırmaya çalıştığı duvara baktı. Islanmaktan iyice yumuşamış boya, tırnaklarının içine kadar girmişti.

Elleriyle yine ıslanacak olan yüzündeki damlaları iki yana sıyırdı. Karnının altındaki acı giderek büyüyor, büyüdükçe hissizleşiyordu. Cahil miydi, deli mi? Korkak mıydı, gururlu mu?

İçinin ürperdiğini, neredeyse kaynar suya rağmen üşüdüğünü ve titrediğini hissetti. Yüzünü tekrar sildi. Derin nefesler alarak sakinleşmeye çalıştı. Birşeyler yapmalıydı. Bu üşüme iyiye işaret değildi. Görmediği ama sadece varlığından haberdar olduğu birşeyin hayatını sonlandırmak sanıldığı kadar zor olmamakla birlikte, yıllardır üzerinde taşıdığı kendi hayatının bitmesine şahit olmak o kadar da kolay değildi.

Banyodan çıktı. Sanki annesi hala evdeymiş, ne yaptığını duymamalıymış gibi sessizce odasına girdi. Önce çamaşırlarını giydi. Kanaması durmazsa çıkacak rezilliği düşünerek çantasını kontrol etti. Hazırlıksızdı. Annesinin çekmecesinden bez alıp çamaşırına yerleştirdi. "Günahtır" derdi. "Analarımız da bunlardan kullandı, yeni gavur icatlarını değil, bunları kullanacak, akşama da kadınlığınla kirlettiğin bezleri kaynar suda yıkayacak, temizleyecek ve temizleneceksin."

Hangi hurafelere inandığını bir türlü anlayamadığı annesini gizliden gizliye küçümserken, çantasının en ücra köşelerine sakladığı tamponlardan kalmadığını, annesinin ucube adetlerine mecbur kaldığını farkettiğinde bu sefer de kendi aşağılık durumunu düşündü.

Karnındaki sızı giderek artıyor, artık dayanılmaz bir hal alıyordu. Acele etmeliydi. Yediği haltı biranönce temizlemeliydi. Çorabını giydi. Üzerine uzun kollu, pastel tonlarında, bol, penye bluzunu geçirdi. Altına da uzun siyah eteğini. Saçını tarayacak, kurulayacak, kafasını yuvarlak gösterecek zamanı da hali de yoktu. Saçlarını topladı, geniş baş örtüsünü mendil gibi katlayıp kafasına örttü, çenesinin altından sıkıca bağlayıp, şakaklarını içeri kıvırdı. Koyu kahve pardesüsünü sıkıca ilikledikten sonra, ayakakbılarını giyip evden çıktı.

Hastanenin aciline adım attığında, bayılmaktan korkup güvenlik görevlisinin koluna tutundu. Şaşıran adam kızı baştan aşağı süzerken gözleri pardesüsünün üzerine takıldı.

"Bacım, ne oldu sana? Yürü, gel şöyle. Hemşiranım! Yetişin!" Görevlilerden birinin koştura koştura getirdiği tekerlekli sandalyeye ne zaman oturdu? Soğuk doğum odasına ne zaman girdi? Hatırlamıyordu.

Gözlerini açtığında tanımadığı insanların, yanında yatan diğer tanımadığı insanların başında beklediğini gördü. Hastanedeydi. Onun başını bekleyen, alnındaki saçları düzelten kimse yoktu. Hemşireye seslendi. Gelen kadın kızgın ama kelimelere dökmeyen bir tavırla, geçen 3 saati anlattı. Daha yeni yeni belli olacak kadar küçük olan bebeği almışlardı karnından. İçini temizlemişlerdi. Az daha gelmeseydi...

Gelmeseydi de ölecek cesareti gösterseydi. Annesi durumu bilse diyeceği bu olurdu. Adı kadar emindi. Ona göre bu büyük utancın affı yoktu. Ona göre aşık olmak da, sevmek de, sevişmek de günahtı. Kimsenin onun canını düşüneceği yoktu. Önemli olan bacak arasının asayişini sağlamaktı ailesine göre. Sağa bakma söz olur, pantolon giyme, spor ayakkabı giyme, kafanı iki kat ört, kimsenin elini sıkma, kaşlarını alma, aynaya bakma... Bu liste uzar giderken, ailesini zorla ikna edip arkadaşı sayesinde bir şirketin mutfağında çalışmaya başlamıştı. Girip çıkarken gördüğü, azıcık fırlama şirket şoförüne tutuluvermişti. Adam da az değildi hani. Günde beş kere mutfağa gelir, çay üstüne çay içer, konuştukça konuşur, laf atmadan durmazdı.

Evli olduğunu bile bile görüşmeye başladı Kadir'le. Ne de olsa hanımıyla ayrı yaşıyordu artık. Hanımı köye ailesinin yanına göndermişti. Söylediğine göre hiç sevmemiş, hiç istememişti evlenmeyi. Güya topraklar bölünmesin diye zorla evlendirmişti ailesi amcasının kızıyla.

Bir süre sonra Kadir kıskançlık yapmaya başlamıştı. Mutfağa girip çıkan işçilere anlamsız yere bağırmaya, kıza abuk subuk işler yaptırmaya başlamıştı. En sonunda işten ayrıldı. Sabahları işe gider gibi çıkıyor, şirkete yakın bir yerde bulunan Kadir'in evine gidiyordu. Şoförlük işlerinden ayırdığı tüm zamanında eve gelmeye başladı Kadir. Evlilikten tek farkı, mesai saatinin bitiminde baba evine dönmesiydi. Durumu hiç farketmedikleri gibi sürekli gelen görücülerden biriyle evlendirmek için çaba içindeydiler. Hepsine birer kulp takmaktan yorulmuş, Kadir'e evlilik için elini çabuk tutması konusunda yalvarmaktan dilinde tüy bitmişti. Hamileliğini de Kadir'in evde olmadığı bir zaman, eczaneden aldığı testi yaparak öğrendi. Adeti geçeli 20 gün olmuştu. Kadir o gün eve gelmedi. Patronu İzmit'e götürmesi gerekmişti. Böyle bir haber telefonda da verilmezdi.
Ertesi gün cumartesi olduğundan evden de çıkamazdı.

Akşam annesine kahvesini yaptıktan sonra karşısına geçip, babasıyla konuşmasını istedi. Yarın işyerinden kızlar Eminönü'ne gidip öteberi bakacaklardı. Her seferinde reddediyordu ama artık ayıp olacaktı. Hem görücüye çıkarken takacak yeni bir eşarp alsa ne olurdu ki? Annesi babasına durumu açmış, bir sefere mahsus izin almıştı.

Sabah erkenden kalktı, giyindi, kafasını yuvarlak gösterecek bezleri bile doldurmuştu. Otobüse atladığı gibi Kadir'in evine gitti. Çantasının fermuarlı yerinden anahtarı çıkarttı, kapıyı açtı. Girişte bir değil iki çift ayakkabı vardı. Vestiyerde ise mavi bir palto. Kadir uyuyor olmalıydı. Yatak odasına doğru yöneldi. Kalbi ağzından çıkacak gibiydi. Kapıyı yavaşça araladı, içeri girdi. Kadir uyumuyordu. Yanındaki yumurta sarısı saçlı kadın da. Yorgan dağınıktı, bacaklarının arasında onlarınkine uygun olarak hareket ediyordu. Çıkartabildiği tek kelime, inleme gibi, bir anda ağzından döküldü. "Bebek!"

Kadir'in küfürleri hala kulağında çınlarken, sakinleştiğini umduğu suratıyla babasının evine girdi. Kimse yoktu. Yapacaklarını düşünecek zamanı bulmuştu yolda. Aceleyle annesinin örgü şişlerinden birini alıp banyoya girdi...

Hemşire elinde hırka, "Çıkabilirsin, gece kalmana gerek yok, bir iki gün evde dinlen, bol su iç, yakının varsa söyle sana şu ilaçları alsın, yemeklerden sonra günde iki kere bir hafta kullan, bir daha da sakın ama sakın böyle birşeye kalkışma diyeceğim ama, ne yazık ki artık buna gerek bile olmayacak, geçmiş olsun" dedi.

O halsizlikle otobüse nasıl bindi, eve nasıl varacaktı, bilemiyordu. Akşam çoktan olmuştu. Muhtemelen eve gittiğinde ailece sofraya oturulmuş olacaktı. Babası muhtemelen bu saate kadar nerede olduğunu saçından tutup kafasını sallaya sallaya soracaktı, tükürükler saçarak. Annesi ise kınama dolu bakışlarıyla itecekti yaptığı kahveyi.

Ne yazık, onun kahve yapacak bir kızı bile olamayacaktı artık...